NEVRUZ GELENEĞİ - TURChakses.turc.ro/pdf/mar/mar2003.pdf · 2009. 10. 28. · - Martie / Mart...

8
- Martie / Mart 2003 pagina / sayfa 16 Colectiv redacþional: Iomer Subihan, Ervin Ibraim Firdevs Veli Nurcan Ibraim Tiparul executat de : s.c. Adco Star s.r.l. Constanþa I.S.S.N. 1224-4694 Adresa de corespondenţă: B-dul Tomis nr. 99, bl. S0, ap. 3 Constanţa – Tel./Fax: 0241-550903 8700 – e-mail: [email protected] Tehnoredactare computerizată în sediul U.D.T.R. Tehnoredactor: Fârtat Cicero DIRECTOR NUREDIN IBRAM Redactor-şef ABDULA GÜLTEN ROMANYA TÜRK DEMOKRAT BİRLİĞİNİN YAYIN ORGANIDIR PERIODIC BILINGV AL UNIUNII DEMOCRATE TURCE DIN ROMÂNIA EDITAT CU SPRIJINUL CONSILIULUI MINORITĂŢILOR NAŢIONALE Anul V – 2003, Nr. 3 (93) VOCEA AUTENTICĂ MARTIE / MART Milletlerin teşekülünde dil, din, tarih, vatan bütünlüğü, örf ve adet, kültür gibi unsurlar yer alır. Kültür, milletlerin meydana getiren en önemli unsurlardan biridir. İnsanın var oluşuyla başlayan kültürün meydana gelmesinde bütün insanların payı ve yeri vardır. Tarihin en eski dö- nemlerine kadar inildiğinde, Türk topluluklarında Doğu Turkistan’dan Balkanlar’a kadar bahar bayramları ile ilgili geleneklerinin oldukça çeşitli ve yaygın olduğu görmektedir. Bunlardan biri binlerce yıldır kutlanan ve halen kutlamakta olan Nevruz geleneğidir. Nevruz, farsça bir kelime, “Yeni Gün“, anlamına gelir. Nevruz, güneşin Koç burcuna girdiği gün olan Rumi 9 Mart, Miladi 21 Mart’a denk düşmektedir. Bu tarih, gece ile gündü zaman süresi olarak eşittir. Nevruz’a, ilkbaharda tabiyatın ölüğmünden sonra yeniden dirilişi, yeni bir yılın girişi,sıkıntılardan kurtularak sahatlığa kavuşulması, bolluk ve berekete erme nedeniyle, yapılan şenlikler olarak bakmak gerekir. İranlılarda Nevruz Bayramı, eski İran takviminin başlangıcı olması münasebetiyle çok eski çağlardan buyana 21 Mart günü kutlanan dini ve milli bir bayram olarak kabul edilir. Eski İranlılar tabiatın bugün canlandığına inanıyorlardı. Ahamenidler(M.Ö. 588- M.Ö.331) zamanında ve Sasaniler döneminde (M.Ö. 225- M.S. 632) Nevruz günü, güneşin Koç burcuna girdiği 21Mart günü sayılır ve ateşi efanevi İran hükündarı Cemşid tarafından keşfedilmesi ve kutsal sayılmasıdır.Bu nedenle ateşler yakılır, ateşler etrafında oyunlar oynanırdı. Nevruz yağmur ve mahsulün bereketli ve bol olacağı inancıdır. Nevruz gününde, Cemşid bütün dünyaya dolaştıktan sonra Azerbaycan’a gelmiş ve burayı beğenerek tahtını buraya kurmuştur. Müslüman olduktan sonra, İranlılar İslami motifli rivayetler ortaya atmışlar. Bu rivayetleri şöyle sırayabiliriz: 1. Dünya Nevruz günü yaratıldı; 2. Hz. Adem’in çamuru Nevruz günü yoğuruldu veya o gün yaratıldı; 3. Cennetten çıkarılan Hz.Adem ve Hz.Havva Nevruz günü kavuştular, Arafat’ta buluştular; 4. Hz.Nuh tufandan sonra Nevruz günü Karaya ayak bastı; 5. Hz.Musa, Kızıl Denizi yararak inanlarını Nevruz günü kurtardı (Yahudiler bu günü “Pesah “ bayramı olarak kutlarlar) 6. Hz.Yusuf Nevruz günü kuyudan kurtarıldı; 7. Hz.Yunus balığın karnından Nevruz günü çıktı. Bu rivayetlerde zikredilen hadiseler sıradan bir hadise değildir; onlar tüm insanlığı veya tüm insanları ilgilendirilen olaylardır. Nevruz Bayramı kutlamaları çeşitli bölgelerde yaşayan Türk topluluklarında da kutlanıldığı bilinmektedir. Bu gelenek “Sultan Nevruz“ olarak adlandırılır. Yanısıra „Ergenekon“, „Çağan“ bayramı gibi değişik isimler taşır. En eski Türk takvimi olan „ Oniki Hayvanlı Türk Takvimi’nde“ yeni yıl 21 Mart gününde, yani Nevruzda başlar. Büyük Selçuklu Sultan Melikşak zamanında kullanılan Celali takviminde de yıl başı 21 Mart yani Nevruz ile başlamaktadır. Türk destanlarından, Ebulgazi Bahadır Han’ın Destanı, bu gün Ergenekon günü oluşu ile ilgili bilgiler vermektedir. İlk ansiklopedik Türk lügatı olan Divan-ı Lügati’t Türk’de baharın gelişi bir bayram havasında anlatmakta, tabiattaki değişiklik, canlanma, „Yeryüzüne ipek kumaştan döşek serilmesi, dünyanın nefesinin ısınması, yağmur tanelerin saçılmasıyla inci, mercan çiçeklerin açması“ şeklinde tasvir edilmektedir. Kutadgu Bilig adlı kültür kaynağımız olan eserde de baharın gelişi, baharın güzellikleri sayılarak coşkulu bir şekilde NEVRUZ GELENEĞİ Prof. Dr. İbram Nuredin – devamı 2’ci sayfa’da – Atam dedi ki: „Birdir Türk’ün özü inancı Birdir Türk’ün kültürü, kederi ve kıvancı Türk’e kin besleyenin bugün artar utancı Yurdumuza can adar; sevinir şad oluruz“. Nevruzda tüm kalpleri sarsın kardeşlik bağı Yirmibirinci yüzyıl olsun bir barış çağı Parlar Türk’ün yıldızı, yükselir al bayrağı Türk’üz bir çağlar açar; sevinir, şad oluruz. Cemal Erdem „Nevruz“ Yine geldi ilkbahar kavuştu sultan Nevruy „Yeni gün“ doğuş, sevgi ve barışa bir rumuz …………………………. Türküz nevruzu kutlar, sevinir şad oluruz.

Transcript of NEVRUZ GELENEĞİ - TURChakses.turc.ro/pdf/mar/mar2003.pdf · 2009. 10. 28. · - Martie / Mart...

  • - Martie / Mart 2003 pagina / sayfa 16

    Colectiv redacþional:

    Iomer Subihan,Ervin IbraimFirdevs Veli

    Nurcan Ibraim

    Tiparul executat de :

    s.c. Adco Star s.r.l.Constanþa

    I.S.S.N. 1224-4694

    Adresa de corespondenţă:B-dul Tomis nr. 99, bl. S0, ap. 3

    Constanţa – Tel./Fax: 0241-550903 8700 – e-mail: [email protected]

    Tehnoredactare computerizată în sediul U.D.T.R.Tehnoredactor: Fârtat Cicero

    DIRECTORNUREDIN

    IBRAMRedactor-şefABDUlA gÜltEN

    ROMANYA TÜRK DEMOKRAT BİRLİĞİNİN YAYIN ORGANIDIRPERIODIC BILINGV AL UNIUNII DEMOCRATE TURCE DIN ROMÂNIA EDITAT CU SPRIJINUL CONSILIULUI MINORITĂŢILOR NAŢIONALE

    Anul V – 2003, Nr. 3 (93)VOCEA

    AUTENTICĂMARTIE / MART

    Milletlerin teşekülünde dil, din, tarih, vatan bütünlüğü, örf ve adet, kültür gibi unsurlar yer alır. Kültür, milletlerin meydana getiren en önemli unsurlardan biridir. İnsanın var oluşuyla başlayan kültürün meydana gelmesinde bütün insanların payı ve yeri vardır.

    Ta r i h i n e n e s k i d ö -nemlerine kadar inildiğinde, Türk topluluklarında Doğu Turkistan’dan Balkanlar ’a kadar bahar bayramları ile ilgili geleneklerinin oldukça çeşitli ve yaygın olduğu görmektedir. Bunlardan biri binlerce yıldır kutlanan ve halen kutlamakta olan Nevruz geleneğidir.

    Nevruz, farsça bir kelime, “Yeni Gün“, anlamına gelir. Nevruz, güneşin Koç burcuna girdiği gün olan Rumi 9 Mart, Miladi 21 Mart’a denk düşmektedir. Bu tarih, gece ile gündü zaman süresi olarak eşittir.

    Nevruz’a, ilkbaharda tabiyatın ölüğmünden sonra yeniden dirilişi, yeni bir yılın girişi,sıkıntılardan kurtularak sahatlığa kavuşulması, bolluk ve berekete erme nedeniyle, yapılan şenlikler olarak bakmak gerekir.

    İranlılarda Nevruz Bayramı, eski İran takviminin başlangıcı olması münasebetiyle çok eski çağlardan buyana 21 Mart günü kutlanan dini ve milli bir bayram olarak kabul edilir. Eski İranlılar tabiatın bugün canlandığına inanıyorlardı.

    Ahamenidler(M.Ö. 588- M.Ö.331) zamanında ve Sasaniler döneminde (M.Ö. 225- M.S. 632) Nevruz günü, güneşin Koç burcuna girdiği 21Mart günü sayılır ve ateşi efanevi İran hükündarı Cemşid tarafından keşfedilmesi ve kutsal sayılmasıdır.Bu nedenle ateşler yakılır, ateşler etrafında oyunlar oynanırdı. Nevruz yağmur ve mahsulün bereketli ve bol olacağı inancıdır.

    Nevruz gününde, Cemşid bütün dünyaya dolaştıktan sonra Azerbaycan’a gelmiş ve burayı beğenerek tahtını buraya kurmuştur.

    Müslüman olduktan sonra, İranlılar İslami motifli rivayetler ortaya atmışlar. Bu rivayetleri şöyle sırayabiliriz:

    1. Dünya Nevruz günü yaratıldı;2. Hz. Adem’in çamuru Nevruz günü yoğuruldu veya o gün yaratıldı;3. Cennetten çıkarılan Hz.Adem ve Hz.Havva Nevruz günü kavuştular, Arafat’ta buluştular;4. Hz.Nuh tufandan sonra Nevruz günü Karaya ayak bastı;5. Hz.Musa, Kızıl Denizi yararak inanlarını Nevruz günü kurtardı (Yahudiler bu

    günü “Pesah “ bayramı olarak kutlarlar)6. Hz.Yusuf Nevruz günü kuyudan kurtarıldı;7. Hz.Yunus balığın karnından Nevruz günü çıktı.

    Bu rivayetlerde zikredilen hadiseler sıradan bir hadise değildir; onlar tüm insanlığı veya tüm insanları ilgilendirilen olaylardır.

    Nevruz Bayramı kutlamaları çeşitli bölgelerde yaşayan Türk topluluklarında da kutlanıldığı bilinmektedir. Bu gelenek “Sultan Nevruz“ olarak adlandırılır. Yanısıra „Ergenekon“, „Çağan“ bayramı gibi değişik isimler taşır.

    En eski Türk takvimi olan „ Oniki Hayvanlı Türk Takvimi’nde“ yeni yıl 21 Mart gününde, yani Nevruzda başlar. Büyük Selçuklu Sultan Melikşak zamanında kullanılan Celali takviminde de yıl başı 21 Mart yani Nevruz ile başlamaktadır. Türk destanlarından, Ebulgazi Bahadır Han’ın Destanı, bu gün Ergenekon günü oluşu ile ilgili bilgiler vermektedir. İlk ansiklopedik Türk lügatı olan Divan-ı Lügati’t Türk’de baharın gelişi bir bayram havasında anlatmakta, tabiattaki değişiklik, canlanma, „Yeryüzüne ipek kumaştan döşek serilmesi, dünyanın nefesinin ısınması, yağmur tanelerin saçılmasıyla inci, mercan çiçeklerin açması“ şeklinde tasvir edilmektedir.

    Kutadgu Bilig adlı kültür kaynağımız olan eserde de baharın gelişi, baharın güzellikleri sayılarak coşkulu bir şekilde

    NEVRUZ GELENEĞİ

    Prof. Dr. İbram Nuredin– devamı 2’ci sayfa’da –

    Atam dedi ki: „Birdir Türk’ün özü inancıBirdir Türk’ün kültürü, kederi ve kıvancıTürk’e kin besleyenin bugün artar utancıYurdumuza can adar; sevinir şad oluruz“.

    Nevruzda tüm kalpleri sarsın kardeşlik bağıYirmibirinci yüzyıl olsun bir barış çağıParlar Türk’ün yıldızı, yükselir al bayrağıTürk’üz bir çağlar açar; sevinir, şad oluruz.

    Cemal Erdem

    „Nevruz“Yine geldi ilkbahar kavuştu sultan Nevruy„Yeni gün“ doğuş, sevgi ve barışa bir rumuz

    ………………………….Türküz nevruzu kutlar, sevinir şad oluruz.

  • - Martie / Mart 2003 pagina / sayfa 2 Martie / Mart 2003 -pagina / sayfa 3

    anlatılmaktadır.Türklerde her millette olduğu gibi, baharın gelişi, tabiatın canlanışı destanlarda, masallarda, şiirlerde ve türkülerde yer almış ve neşe, sevinç günleri olarak kullanmıştır. Nevruz, bir bahar bayramı olarak kabul etmek gerekir. Nevruz münasebetiyle yazılan şiirlere Nevruzziye adı verilmektedir. Kaside, gazel türünda ve hece vezniyle birçok Nevruziyyeler yazılmıştır. Divan edebiyatı şairleri „caize“ almak için padişahlara, vezirlere Nevruz dolayısı ile nevruziyyeler sunarlardı. Bektaşilerde Nevruz’da dergah bahçelerinde, kırlarda Nevruziyyeler okurlardı. Nevruz gecelerinde cem ayinlerinde Hz. Ali sevgisiyle ilgili Nevruziyyeler söylerlerdi.

    Nevruz makamı, Türk musikisinde mürekkep makamlardan biridir. İlk defa Safiyüddin Abdülmü’min Urmevî (1224-1294) tarafından kullanılmıştır. XIX yüzyıl asırlarında İsmail Hakkı Bey bu makamı yeniden canlandırmaya çalışmıştır. Yılmaz Öztuna 20’nin üzerinde Nevruzî makam tesbit etmiştir.

    Orta Asya Türk topluluklarında ise: Uygur Türkleri, Nevruz koşmaları adlı bir şiir türü meydana getirmişlerdir: Doğu Türkistan’daki Nevruz bayramı kutlamalarında çalınan „Hontu Usulü, Salma Talaş Usulü, Kösen Usulü“ gibi mustakil musiki makamları bulunmaktadır.

    Nevruz münasebetiyle saray ve çevresinde gelişen adetlerden biri de Nevruziyye adı ile bilinen macunlardır. Sarayda hekim başı misk, anber, çeşitli baharatlar ve kokulu otlar karışımından macun yapardı. Yapılan bu macunlar çok eskiden bilinmekte ve yapılmakta idi. Bu macunlar arasında en meşhur Tiryak’tır. Tiryak, hem macun olarak, hem de macunlara katılarak kullanılar. Günümüzde halk arasında „Mesir Macunu“ olarak bilinen macun da bu nevidendir. Macundan Kutadgu Bilig’de kuvvet ilacı anlamında zikredilir.

    Nevruz Bayramında, 21Mart günü çeşitli tören ve şenliklerle kutlanır. Bu günde at yarışları, yarışları, güreş ve cirit gibi oyunlar oynanır. Şarkılar söylenir.Geceleri ateşler yakılarak bunların etrafında çeşitli eğlenceler tertip edilir. II. Abdulhamit dönemine kadar Anadoludaki Karakeçili Asiretleri tarafından Ertuğrul Gazi’nin mezara başında „Yörük Bayramı“olarak da kutlanmıştır. Orta Asya topluluklarında hayvanlar kesilerek ziyafetler verildiği, büyük bir şölen şeklinde kutlandığı kaynaklarda zikredilir. Nevruz bayramı, şehirlerde pek fazla kutlanmasa da, özellikle kırsal kesimlerde,eski canlılıkta olmamakla birlikte çeşitli törenler ve eğlenceler gerçekleşir. Son yıllarda Nevruz geleneği bazı çevrelerin sadece bir etnik gruba maletme çabaları görülmektedir. Bu tamamen yanlıştır, ülkemiz insanlarını kamplara ayırmak amaçlanmamaktadır. Bazı milletler, üç renkten (kırmızı, sarı, yeşil ) oluşan bayraklar’a sahiptir: Bolivya, Yeşil Burun (Cabo Verde), Burkina Faso, Etiyopya, Gana, Gine, Gine- Bissau, Grenada, Kamerun, Mali, Ruanda, Senegal, Sao Tome ve Principe, Togo ve sayre. Bu renkler dünya iddia edildiği gibi birilerine ait, sözde onların kültürüne yansıtan renkler değildir. Bu renkler dünya insanlarının renkleridir ve herkesin ortak malıdır.

    Vatan hepimizin. Keder ve üzüntüsüyle, neşe ve sevinciyle birlik ve beraberlik içerisinde olmalıyız. Nevruz’un Milli Birliğimize katkısı olmalıdır, toplumsal barış ve dayanışma için vazgeçilmez fırsattır.

    Azerbaycan’da, Nevruz çok özel bir gün olduğu kadar da önemli kuralları vardır. Meselâ, geleneklere göre, bu gün bazı şeyler yapılabilir, bazıları yapılamaz yasaktır.

    Meselâ bu gün:- ateş yakarlar;- sabah erkenden yıkanırlar;- güneş doğmadan su üzerinden atlarlar;- mum yakarlar, mumlar aile fertlerinin sayısı kadar olmalıdır, mumları söndürmezler, kendiliğinden sönmelidir;

    - üzerlik yakarlar, dumanını evde herkese, hattâ eğer büyükbaş hayvan varsa,ona da koklatırlar;- o gece erken yatmazlar;- erkenden evde ışıkları yakarlar, çok geç vakit söndürürler;- ölen yakınların mezarları ziyaret edilir;- özel yemek yapılır, bütün aile beraber yemek yer;- yeni elbiseler giyerler;- nazar boncuğu takarlar;- o güne mahsus olmak üzere evden,borç para, un, elek, tuz, ekmek, yoğurt, od (ateş) vermezler;- temizlik yapılır:ev, bahçe, her taraf genel temizlikten geçer. Ağaçlar budanır, toprak bellenir, badana boya yapılır, halı kilimler yıkanır.

    En önemlisi bayramlaşma ve ziyafetler o gün başlar. Küsenler, dargınlar barışır, nişanlık kızlara bayramlık hediyeler gelir.

    Eskiden köy yerlerinde gençler gecelere kadar kırlarda, çeşme başlarında toplanır, şarkılar söyler, ateş yakar, halay çeker, sabahlara kadar eyleniyorlardı. Yeni arkadaşlıklar, yeni aşklar doğar. Nevruz’un özelliklerinden biri de çok zengin ve lezzetli sofrasıdır. Azerbaycan milli yemeği aş ve şirniyyat (tatlı) Nevruz’un baş yemeğidir. Yörelere göre çeşitler daha’da artmaktadır. Bunların arasında tabii ki balıkta. Tatlılardan baklava, şeker bura,şorgoğal, kete, 7 loyun (7 çeşit kuru yemiş), semeni ile donatılmış sofraya tüm evlerde rastlamaktadır.

    Semeni, yeşermiş buğdaydır. Bayramın 10-12 gün önce buğdayı bir tabağa koyarak ısatıp, üzerini bezle örterler. Her gün sulayıp filizlenmesi beklenir. Filizlendikten sonra bezi kaldırıp yine her gün sularlar. Ta ki yemyeşil olup 20-25 cm uzar. Bayram boyunca evin ve masanın baş köşesine yerleşir.

    Semeni, yani yeşermiş buğday, bereketin, yeni hayatın başlangıcı, tabiatın uyanışı, baharın gelişi, yeşilliğin, özet olarak, Nevruz’un sembolüdür.

    Semeni için nice şiirler yazılmış, şarkılar bestelenmiştir. Semeni’den bayram muhallebisi ve helvası da hazırlanır. Bunun için buğdayın taze filizlenmiş, daha yeşillenmemiş olması gerekiyor.

    Tabiatta ise Nevruz’un simgesi, Nevruz gülüdür (Kardelen çiçeği).

    İyi niyetli, kalbi sevgi ile dolu tüm insanlar, davetlenmelidir. Ateşler üzerinde atlamak, kötülükleri ateşlerde yakmak demektir. Özenle hazırlanmış Nevruz sofrası, semeni ve sevgi, saygı ile insanlar beklenir.

    Genelde bayramlarda olduğu gibi Nevruz bayramlarında da en çok sevinen çocuklardır. Onların en gözde oyunları: bacadan şal veya torba sallamak ve yumurta tokuşturmaktır. Büyük şehirlerde bacadan şal veya torba sallamak mümkün değil. Şimdiki çocuklar bu işi bacadan değil, kapıdan yapıyorlar. Kapıya bir şapka veya bir poşet bırakılır ve çocuklar saklanır. Ev sahibi poşetin içine Allah ne verdiyse (şeker, tatlı, kuruyemiş, mendil, çorap, para gibi) bir şeyler koyar. Kapıyı kapattıktan sonra çocuklar saklandığı yerden çıkar ve poşeti alırlar. Akşam ateş yakıp etrafında toplanırlar. Çocukların hepsi topladıklarını paylaşırlar. Gece geç saatlere kadar ateş etrafında eğlenir, şarkı söyler, yumurta tokuşturur, çeşitli oyunlar oynarlar. Tokuşturup kırılanları yiyerler. Büyük-küçük herkes için en büyük eğlence ateş üzerinden atlamaktır. Bütün kötülük ve uğursuzlukları ateşte yakacağı inancı var. Ateş, önce „ahır (son) çarşamba“ denilen Nevruz bayramından bir önceki çarşamba günü ve bayramın ilk günü (21 Mart) yakılır.

    NEVRUZ GELENEĞİ

    – devamı 15’ci sayfa’da –

    TABEL NOMINALcu elevii premianþi la faza judeþeanã a

    Olimpiadei de Limba ºi Literatura TurcãNr. Numele si Scoala de Clasa Notacrt. prenumele provenienta obtinuta

    1 Asmi Nesrin ................ Sc. Nr. 1 Valu lui Traian .............. VII 9.35 I 2 Iucsel Nalan ............... Sc. Nr. 1 Medgidia...................... VII 8.95 II 3 Zulchefil Ilmi ............... Sc. Nr. 1 Medgidia...................... VII 8.45 III 4 Mutalap Anife ............. Sc. Nr. 2 Valu lui Traian .............. VII 8.35 M 5 Memet Sevil ............... Gr. Sc. Cobadin.......................... VII 8.20 M 6 Salim Gamze .............. Sc. Nr. 1 Medgidia...................... VII 8.15 M 7 Ursit Turchean ............ Sc. Cobadin ............................... VII 8.10 M 8 Isleam Meltem ............ Sc. C-tin Brancusi Medgidia.......VIII 9.80 I 9 Saligean Aila .............. Sc. C-tin Brancusi Medgidia.......VIII 9.80 I10 Amet Elif ..................... Sc. Nr. 7 Medgidia......................VIII 9.70 II11 Ziadin Merdal ............. Colegiul Nat. Ataturk ..................VIII 9.60 III12 Bolat Nurgel ............... Colegiul Nat. Ataturk ..................VIII 9.40 M13 Abduraman Narcis ..... Sc. C-tin Brancusi Medgidia.......VIII 9.30 M14 Calivet Selda .............. Sc. C-tin Brancusi Medgidia.......VIII 9.20 M15 Aptula Ismail Erdal ..... Gr. Sc. Cobadin..........................VIII 9.10 M16 Omer Sibel ................. Sc. C-tin Brancusi Medgidia.......VIII 9.10 M17 Ali Selver .................... Sc. Nr. 27 C-ta ...........................VIII 9.00 M18 Iaia Selma .................. Sc. Nr. 33 C-ta ...........................VIII 9.00 M19 Serif Erdin .................. Colegiul Nat. Ataturk ..................VIII 9.00 M20 Bechir Denis ............... Sc. C-tin Brancusi Medgidia.......VIII 8.70 M21 Nasurla Esra .............. Sc. Nr. 1 Valu lui Traian ..............VIII 8.50 M22 Mustafa Ilias ............... Lic. Int. Informatica...................... IX 9.50 I23 Buracai Techin ............ Colegiul Nat. Ataturk ................... IX 9.20 II24 Demir Ghiulseren ....... Colegiul Nat. Ataturk ................... IX 8.40 III25 Aptichileam Lale ......... Colegiul Nat. Ataturk ................... IX 7.45 M26 Geafer Dalida ............. Lic. Decebal C-ta ........................ X 9.75 I27 Serip Suzan ................ Lic. Ovidius ................................. X 9.45 II28 Geafar Ildeniz ............. Col. Ped. C-tin Bratescu ............. X .9.25 III29 Murat Nesrin ............... Col. Ped. C-tin Bratescu ............. X 9.25 III30 Duagi Aihan ................ Lic. Teoretic Ovidius C-ta ............ X 8.75 M31 Nurla Dilec .................. Col. Nat. K. Ataturk ..................... X 8.55 M32 Ali Sinan ..................... Col. Nat. K. Ataturk ..................... X 8.20 M33 Geauzar Aigean ......... Col. Com. Carol I ........................ X 8.05 M34 Iaia Seila .................... Lic. Teoretic Ovidius C-ta ............XI 9.55 I35 Refi Erghiun ............... Col. Nat. K. Ataturk .....................XI 9.50 II36 Amet Elvis .................. Col. Nat. K. Ataturk .....................XI 8.65 III37 Halil Erol ..................... Col. Nat. K. Ataturk .....................XI 7.70 M38 Menlivuap Sibel .......... Col. Nat. K. Ataturk .................... XII 9.50 I39 Bolat Saber ................ Col. Nat. Ped. C-tin Bratescu ..... XII 9.20 II40 Duruk Nezahat ........... Lic. Int. Informatica..................... XII 9.05 III41 Amet Enghin ............... Col. Nat. Kemal Ataturk.............. XII 8.90 M42 Agiacai Denis ............. Col. Nat. Kemal Ataturk.............. XII 8.45 M43 Muratcea Elif .............. Col. Nat. Kemal Ataturk.............. XII 8.20 M44 Bagis Sibel ................. Col. Nat. Kemal Ataturk..............XIII 9.50 I45 Boracai Side ............... Col. Nat. Kemal Ataturk..............XIII 8.10 M46 Bolat Ergin .................. Col. Nat. Kemal Ataturk..............XIII 8.00 M

    Prof. metodişti: Ervin Ibraim, Ulgean Ene

    Turcii din Albania

    Căderea regimului comunist a dat un nou suflu de viaţă minorităţii turce din Albania, mult redusă în urma emigrării şi a deznaţionalizării la care a fost supusă de către guvernul de tristă amintire în numele purităţii rasiale, boala balcanică dintotdeauna. Minoritatea turcă a fost forţată să plece sau să îşi schimbe numele, să nu mai oficieze slujbe în limba ei, considerată subversivă. Proprietăţile masive pe care le-au avut au fost confiscate în folosul unei mici clici reprezentate de cei din frunte, fără a se ţine seama de nevoile familiilor de etnie turcă. Exodul cel mai masiv s-a înregistrat după interzicerea practicării religiei o lovitură de moarte dată culturii turce, profund religioasă în această parte a Balcanilor. Închiderea moscheilor pe lângă care înfiinţau multe din şcolile turceşti a dus la dispariţia învătământului în limba maternă turcă pentru câteva generaţii, fapt ce îşi arată repercursiunile până astăzi când tânăra generaţie are de recuperat carenţe de limbă aproape elementare. Ceea ce este totuşi interesant este faptul că în anumite zone se găsesc elemente vechi ale limbii turce, apărate de izolaţionismul impus de către comunişti şi neavând astfel posibilitatea să fie influenţate de către modernizarea continuă a limbii turce din restul zonei Balcanice, proces continuu ce s-a desfăşurat sub supravegherea unor distinşi profesori.

    La ora actuala minoritatea turcă îşi poate manifesta liber identitatea sa iar cu ajutorul financiar al statului turc îşi poate susţine şcolile şi clădirile religioase. Totuşi emigraţia masivă a făcut ca turcii din Albania sa fie ameninţaţi să rămână doar în istorie, pierzandu-se astfel 600 de ani de istorie plină de evenimente, istorie pe care turcii au trăit-o din plin ajungând cetăţeni de baza ai noii lor patrii, fără a avea ca alte etnii (cum ar fi grecii) dorinţe separatiste şi nerecurgând la acte teroriste pentru a îşi atinge scopurile, axate pe păstrarea culturii şi pe existenta paşnică cu populaţia majoritară şi cu alte etnii indiferent de religie sau origine etnică. Situaţia tensionată de la graniţele Albaniei a împins un mare număr de turci în exil şi în general comunitatea împărtăşeşte soarta majorităţii în cea ce este considerată cea mai săracă ţară a Europei.

    Cu ajutorul unei munci neobositoare comunitatea turcă din Albania va supravieţui şi va îmbogăţi lumea turcică aşa cum a facut-o şi Mehmet Arkif Ersoy, autorul imnului İstiklal Marşı, născut pe meleaguri albaneze.

    Ervin Ibraim

  • - Martie / Mart 2003 pagina / sayfa 4 Martie / Mart 2003 -pagina / sayfa 5

    Anul 2001 s-a caracterizat prin continuarea procesului de întărire şi modernizare a sistemului românesc de protecţie a minorităţilor naţionale. Departamentul pentru Relaţii Interetnice (DRI) din cadrul Ministerului Informaţiilor Publice a fost unul din promotorii şi actorii principali ai acestei evoluţii.

    O contribuţie deosebita în acest sens a înregistrat Departamentul pentru Relaţii Interetnice în completarea cadrului legislativ ce reglementează drepturile omului/drepturile minorităţilor naţionale, în reaşezarea structurilor instituţionale cu atribuţii in domeniu, precum şi în promovarea unor politici si programe concrete care contribuie la asigurarea unei protecţii reale a acestei categorii reprezentând peste 10% din populaţia României.

    Completarea cadrului legislativDupă adoptarea, în septembrie 2000, a Ordonanţei

    Guvernului nr. 137 privind prevenirea si sancţionarea tuturor formelor de discriminare, Departamentul pentru Relaţii Interetnice a susţinut cu date şi argumente validarea acestui document la nivelul celor două camere ale Parlamentului. Legea de aprobare a ordonanţei a fost discutată în Senat si in Camera Deputatilor, urmând să fie votată după ce va fi analizată în Comisia de mediere.

    Noua reglementare preia în legislaţia românească două componente ale acquis-ului comunitar referitor la politicile sociale - Directiva Consiliului Uniunii Europene 2000/43/EC privind implementarea principiului tratamentului egal acordat persoanelor indiferent de originea lor rasiala sau etnica şi Directiva 2000/78/EC privind aplicarea unui tratament egal in privinţa ocupării forţei de munca.

    Adoptarea noii Legi privind administraţia publică locală, nr. 215/ 2001, intrată in vigoare în luna mai constituie un alt element important. Pentru punerea in aplicare a noii legi, Departamentul pentru Relaţii Interetnice a transmis Ministerului Administraţiei Publice o serie de documente, printre care: lista judeţelor în care ponderea locuitorilor aparţinând unei minorităţi naţionale depăşeşte 20% şi lista pe judeţe a denumirilor în limba maternă ale acelor localităţi în care ponderea locuitorilor aparţinând unei minorităţi naţionale depăşeşte 20%.

    Un eveniment deosebit l-a constituit adoptarea Strategiei Guvernului României pentru îmbunătăţirea situaţiei romilor, elaborată de Ministerul Informaţiilor Publice cu consultarea ministerelor şi a Grupului de Lucru al Asociaţiilor Romilor. Adoptarea strategiei şi validarea ei prin hotărâre a Guvernului (H. G. nr. 430 din 25.04.2001) răspunde imperativului de luare a unor măsuri bine coordonate pentru îmbunătăţirea situaţiei romilor, care continuă să fie o prioritate pe termen scurt şi mediu în activitatea departamentului, precum şi unul din criteriile politice de care depinde procesul de aderare a României la Uniunea Europeană.

    Cadrul instituţionalÎn urma alegerilor generale de la finele anului 2000, au

    fost operate schimbări la nivelul structurilor instituţionale

    specializate pe problematica minorităţilor naţionale. Prin Hotararea Guvernului nr. 13/ 2001 privind organizarea şi funcţionarea Ministerului Informaţiilor Publice, s-a stabilit ca întreaga structură şi atribuţiile fostului departament să fie preluate de către Departamentul pentru Relaţii Interetnice din cadrul ministerului menţionat.

    Pe parcursul anului 2001, s-a reaşezat statutul şi s-a reconfigurat structura Consiliului Minorităţilor Naţionale (CMN), principalul partener de lucru al departamentului. Astfel, prin HG 589/ 2001, Consiliul Minorităţilor Naţionale a devenit organ consultativ al Guvernului aflat în coordonarea Ministerului Informaţiilor Publice. Participarea organizaţiilor cetăţenilor aparţinând minorităţilor naţionale la actul decizional este astfel asigurată la nivelul Executivului.

    Consiliul Minorităţilor Naţionale şi-a reluat activitatea în plen - de regulă o dată la trei luni - şi pe comisii de lucru (Comisia de legislaţie, Comisia pentru probleme sociale şi economico-financiare, Comisia pentru cultură, culte şi mass-media, Comisia pentru probleme de învăţământ şi tineret, Comisia de relaţii cu societatea civilă şi organismele internaţionale şi Comisia pentru probleme financiare).

    Din iniţiativa Departamentului pentru Relaţii Interetnice, Guvernul a aprobat – în şedinţa sa din 21 noiembrie 2001 – o hotărâre privind organizarea şi funcţionarea Consiliului Naţional pentru Combaterea Discriminării (CNCD), organism specializat care va avea rolul de a implementa principiul egalităţii intre cetăţeni fără nici un fel de discriminare, stipulat de Ordonanţa 137/ 2000.

    Din punct de vedere instituţional, Departamentul pentru Relaţii Interetnice colaborează permanent cu direcţiile specializate de minorităţi sau drepturile omului din alte instituţii, precum Ministerul Educaţiei şi Cercetării, Ministerul Culturii şi Cultelor, Ministerul Afacerilor Externe.

    Toate structurile Departamentului pentru Relaţii Interetnice au participat – conform atribuţiilor lor – la realizarea acestor paşi şi la punerea în aplicare a politicii Guvernului în domeniul protecţiei minorităţilor naţionale şi al relaţiilor interetnice, după cum urmează:

    Direcţia Relaţii cu Societatea Civilă şi Organisme Internaţionale Politici şi programe

    Ca o privire generală asupra strategiei de programe interetnice a anului 2001, se poate spune că Departamentul pentru Relaţii Interetnice s-a raliat la două programe europene importante – Anul European al Limbilor, desfăşurat de Consiliul Europei şi Uniunea Europeană, şi Pactul de Stabilitate pentru Sud-Estul Europei, iniţiat de Consiliul Europei, Uniunea Europeană şi OSCE.

    O altă arie tematică a fost aceea a prevenirii şi combaterii discriminării. Pe lângă acestea, având ca sursă de finaţare un buget extrem de limitat (circa 4 miliarde lei), practic epuizat în luna august, departamentul a susţinut o linie specială de proiecte de combatere a rasismului, antisemitismului, xenofobiei şi intolerantei (0,8 miliarde lei).

    Material al Ministerului Informaţiilor Publice preluat de pe Internet (Continuare în numărul viitor)

    Ministerul Informaţiilor PubliceDEPARTAMENTUL PENTRU RELATII INTERETNICE

    RAPORT DE ACTIVITATE- BUCURESTI 2002 -

    Allah SevgisiHerkes, kendi varlığını, bunun olgunlaşmasını

    ve hiç yok olmadan devam etmesini ister. Kendini ve Rabbini bilen, varlığının devam etmesinin kendi elinde olmadığını, ancak Allahü Teâlânın dilemesiy-le var olduğunu bilir. Varlıkların hepsi Allahü Teâlânın kudretiyle vardır. Hiç kimse, kendi kendini yaratıp, hayatını devam ettiremez. O hâlde, kişinin, kendini yaratan, çeşitli ni’metler veren, yaşatan Rab-bimizi sevmemesi mümkün değildir. Eğer sevmiyor-sa, kendi yaratılışını bilmediğinden, cehâletindendir. Çünkü sevgi, ma’rifetin, (ya’nî bilmek, anlamak) meyvesidir. Bir şey önce bilinip anlaşıldıktan sonra sevilir. Ya’nî ma’rifet olmadan sevgi olmaz. Sevgi ma’rifete göredir. Ma’rifet ne nisbette ise, sevgi de o nisbette olur. Rabbini bilen elbette O’nu sever. Çünkü kendini sevenin, kendini yaratanı sevmemesi düşünülemez. Güneşin yakıcı sıcağına mâruz kalan gölgeyi sever. Gölgeyi seven de ister istemez, gölge veren ağaçları sever. Kâinatta ne varsa, Hz. Allah’a nisbetle, gölgenin ağaca nisbeti gibidir. Gölgenin varlığı ağacın varlığına bağlı olduğu gibi, her şey Allah’ın eseri olup, hepsinin varlığı, O’nun varlığına bağlıdır. Herkes, kendine iyilik edeni sever. Bir zengin, bütün mallarını birisine verse, “Bunları dilediğin gibi tasarruf et!” dese, bu ihsânı zenginden bilmek yanlış olur. Zengini ve o malı yaratan, seni zengine sevdiren, sana mal vermesinin zengin için hayır olduğu düşüncesini veren kimdir? Eğer zengin, seni sevmeseydi, malı sana vermekle, dünya ve âhirette hiç bir kazancının olmıyacağını bilseydi, sana malının zerresini verir miydi? Şu hâlde, Cenâb-ı Allah bu sebepleri yarattı. Demek ki insana asıl ihsânda bulunan, bu işe zengini vâsıta edendir. Zengin, o malı sana vermekle peşin veya ilerisi için bir menfaat düşünmüştür. Seni minnet altına almak, kendini övdürmek, cömertlikle meşhur olmak, gönülleri kendine bağlamak, herkese kendini sevdirmek ve saydırmak gibi peşin menfaati vardır. Ayrıca, âhırette çok sevâb kazanmak üzere ilerisi için yatırım yapmaktadır. Yoksa hiç kimse, malını boşu boşuna vermez, bir maksat için verir. Maksadı sen değilsin. Sen onun maksadını yerine getirmek için bir vâsıtasın. Demek ki sana iyilik eden, sana değil, kendine iyilik etmiş olur. Sonra, o verdiğinden fazlasını beklemektedir. Çünkü o, Allah’ın en az bire on veya bire yedi yüz, hattâ daha fazla vereceğini biliyor. Böyle bir ümidi olmasa sana bütün mallarını verir miydi? İnsan, kendine faydası dokunmasa bile, iyilik edenleri sever. Kendine zararı dokunmasa bile kötülük edenlerden de nefret eder. O hâlde, bütün mahlûkatı yaratıp, onlara çeşitli ni’metler ihsân eden yalnız Allah’tır. Herkese iyilik eden de sevilir. Kendine hiç bir faydası olmasa da insan, güzeli, güzelliğinden dolayı sever. Beş duyu ile de anlaşılmıyan; fakat kalb gözü ile görülen güzellikler de vardır. Güzel ahlâk, böyledir. İmâm-ı A’zam hazretlerini güzel vasıflarından dolayı severiz. Demek ki güzel sevilir. Mutlak güzel, ortağı, eşi, benzeri olmayan, dilediğini yapan yalnız Allah’tır. İnsan benzediği şeye meyleder. Çocuk çocukla, büyük büyükle arkadaşlık kurar. Alim, âlimi, bir sanatkârdan daha çok sever. İlim sahibi olan da herşeyi bilen Allahı sever. Basîret sahipleri gerçek sevgiye lâyık olanın yalnız Hz. Allah olduğunu bildirmişlerdir.

    İSLAM’DA KADIN HAKLARI

    Geçen sayımızda sizlere İslam’dan önce kadını tanıtmaya çalıştık bu sayımızdada İslam’da kadının önemi ve haklarını sizlere aktarmaya çalışacağız. İslam dini gelince kötü örfler kalkmış ve kadının hakiki değeri bildirilmiş.Peygamber Efendimiz’ in adaleti haksızlıklara son verip kadını erkekle aynı seviyeye getirmiştir. Yani İslamiyette kadın ile erkek eşittirler „ İçinizden gerek erkek gerek kadın olsun amel işleyenin amelini karşılıksız bırakarak boşa çıkarmayacağım. Kiminiz kiminizdensiniz.“(Al-i İmran: 195). Allah (C.C) „insanı en şerefli varlık olarak yarattım“ derken erkek-kadın ayırımı yapmıyor.

    Dünya ve ahiret saadetini hedefleyen İslam Dini, toplumun temeli olan aileyi sevgi ve saygıya dayanan bir kurum olarak tanımlamıştır.

    Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Huzur bulmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet bağları oluşturması da Allah’ın varlığının delillerindendir. Gerçekten bunda düşünen bir toplum için alınacak dersler vardır” buyrulmaktadır.

    İslam’da eşler birbirlerine karşı yükümlü ve sorumlu kılınmışlardır. Ailede erkeğin kadına nasıl davranacağı konusunda Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “İmanı en olgun olan mü’min, ahlakça en güzel olandır. En hayırlınız da hanımına en güzel davranandır.”

    Aile hayatı konusunda da en güzel örneği teşkil eden Peygamberimiz, hiçbir zaman hanımlarına sert muamelede bulunmamış ve onlara karşı daima iyi davranarak, şefkatle muamele etmiştir.

    Kadınlar, Yüce Allah’ın erkeklere verildiği birer emanetidir. Nitekim, Sevgili Peygamberimiz Veda Hutbesinde; “Kadınlar size Allah’ın bir emanetidir.” buyurmuştur. Dolayısı ile bu emanete saygılı davranmak herkesin boynunun borcudur.

    İslamiyet, kadının toplumdaki yerini çok iyi ve sağlam bir şekilde belirlemiştir. Kadın, insan neslini doğuran ve yetiştiren muhterem bir varlıktır. Onun kalbi, sevgi ile nakış nakış işlenmelidir ki, çocuklarını o sevgiyle korusun, büyütsün ve topluma yararlı insanlar haline getirebilsin. Onun içindir ki evlat, hayatı tanımaya, akli ve ruhi melekelerinin gelişmeye başladığı çocukluk döneminde, sevgiye doyurulmalı, sağlıklı ve dengeli bir ruh yapısına kavuşturulmalıdır. Bu itibarla kadın ailenin ve dolayısıyla da toplumun temel taşıdır. Onun mükemmelliği, toplumun mükemmelliğini hazırlayacaktır.

    Dinimiz, ana-babaya geleceğin anneleri olması bakımından; kız çocuğunun terbiyesi üzerine daha bir hassasiyetle ve sevgiyle eğilmeyi tavsiye etmektedir. Kız çocuğunu bakıp büyütüp, güzelce terbiye edene cennet, hem de cennette en güzel makam, Rasulullah’a (S.A.V.) komşu olma makamı va’d edilmektedir. Neymiş İslam dini? Kadını hak ve hürriyetinden mahrum etmiş…Onu dört duvar arasında yaşamaya zorlamış…Kadını insan gibi yaşamaktan alıkoymuş…İslam’ dan önece kadın özgürmüş…İslam gelince kadının elinden bu özgürlüğü alınmış…Kadın adeta bir esir muamelesi ile karşı karşıya bırakılmış…bu tür iftiralar bitmek bilmiyorlar ama bunların doğru olmadıklarını hepimiz biliyoruz.

    İslam’da kadın, bazı kötü niyetlilerin iddia ettikleri gibi; kişiliği olmayan, bu sebeple de kocaya tabi olmak zorunda kalan, kendisini yönetmekten aciz, aklı bir şeye ermeyen bir varlık asla değildir. Bilakis, mehir isteme ve mülk edinme hakkına sahip şahsiyetli bir varlıktır. Evlilik müessesesinde erkeğin hayat arkadaşı olarak kabul edilmiştir. Bütün bu güvenceler karşısında, inançlı bir kadının aldığı insani ve dini terbiye; onun çocuğunu şefkatle emzirmesini de, evin işlerinde kocasına yardımcı olmayı da ona telkin eder. İslamiyet, kocasına itaat eden, geçim ehli bir hanımın, Allah’ın rızasına nail olacağını müjdeler ve ona layık olduğu değeri verir.

    Rabbimiz Kur’an-ı Kerimde: “Onlar sizin örtüleriniz, siz de onların örtülerisiniz. Onların sizin üzerinizde, sizin de onların üzerinde haklarınız vardır” buyurarak kadının erkekle karşılıklı sorumluluklarını beyan etmiştir.

    „Sen, İslam’ ın doğuşu ile hürriyetine kavuşan, Kur’ an-ı Kerim’in gelişi ile kıymetin zirvesine ulaşan, Hazret-i Muhammed Mustafa’ nın (sallallahu aleyhi ve sellem) yüce hükümleriyle şeref kazanan muhterem kadınsın…“

    Muhterem kadın değerini unutma, atanı unutma, olduğun gibi kal…Firdevs Veli

  • - Martie / Mart 2003 pagina / sayfa 6 Martie / Mart 2003 -pagina / sayfa 7

    AHLAK FELSEFESİFelsefenin temel sorularından olan „İnsan nedir? Ne olma-

    lıdır?“; felsefeyi zorunlu olarak insan davranışlarının bir amacı var mıdır, veya olmalı mıdır, hangi davranışlar daha insanca ve erdemlidir, gibi sorulara cevap aramaya zorlar. İşte insan edimlerini konu alan felsefe dalına ethik (etik – ahlak felsefesi) denir. Felsefe ahlaka iki yönden yaklaşır. İlki ahlaki kavramlar nelerdir ve içerikleri nelerdir sorularına yanıtlar aramak yani ahla-ka teorik olarak yaklaşmak ki buna Ahlak teorisi (kuramsal ethik) denir. İkinci yaklaşım ise hangi davranışlarımızın iyi ve doğru olduğunu araştırıp nasıl davranmamız gerektiğini bize dayatan Normatif ahlak (Uygulamalı – pratik ethik) tir. Ahlak felsefe dışında dinlerin, hukukun ve toplumun önemli değerlerinden biridir. İnsan eylemlerinin iyi ve kötü olarak değerlendirilip, yönlendirilmesidir diyebiliriz ahlak için. Ancak toplumsal ahlak anlayışı genellikle cinsel davranışlarla sınırlandırılmaktadır. Oysa genel anlamda ahlak her türlü insan edimini içerir. Felsefe açısından bakıldı-ğında ahlak diğer alanlardan biraz farklı bir içerik taşımaktadır. Her ne kadar felsefe de insan edimlerine kurallar koymaya çalışsa da onlardan farklı olarak temel kavramları da araştırır. Bu açıdan bakıldığında felsefe iyi-kötü davranış, özgürlük, istenç (irade), vicdan, sorumluluk, haz, ödev, erdem, genel ahlak yasası, ahlaki eylem, ahlaki karar gibi kavramların içeriği doldurulmaya çalışılır. Ahlak öncelikle davranışları iyi ve kötü ayırmaya çalış-maktır. Her ne kadar toplumun çoğunluğunca olumlu olarak karşılanan davranışlara iyi diğerlerine de kötü dense de iyi-kötü, yer, zaman ve bakış açısına göre değişebilmektedir. Kaldı ki insan davranışlarının iyi-kötü değerlendirmesinin yapılması da tek başına yeterli olmamaktadır. Bir davranışın ahlakın konusu içine girebilmesi için bireyin farklı davranışlardan birini seçme özgürlüğünün olması gerekmektedir. Bu seçme özgürlüğüdür ki bir davranışı ahlakın konusu içine almaktadır. Seçme özgürlü-ğünün ve istencinin olmadığı bir davranış için bireyi iyi-kötü diye nitelemek doğru olmayacaktır. Tıpkı hayvanların davranışlarının iyi-kötü diye nitelendirilemeyeceği gibi. Ahlaki kavramlar insan edimleri üzerine değerlendirileceği içindir ki; insan davranış-larının psikoloji bilimi açısından ele alınmasında yarar vardır.

    Hazırlayan: Firdevs Veli

    HZ. ALI’NIN BÜYÜKLÜĞÜBirgün ashab Peygamberimiz (s.a.v)’den Hz. Ali’yi

    niçin çok sevdiğini sordu. Hz Peygamber o anda mecliste bulunmayan Hz. Ali’yi çağırmaya adam gönderdi ve orada bulananlara sordu:

    - Birisine iyilik etseniz, o da size kötülük etse ne yapardınız? Cevap verdiler:

    - Yine iyilik ederiz.- Yine kötülük yapsa?- Biz yine iyilik ederiz?- Yine kötülük yapsa?Ashab cevab vermedi, başlarını öne eğdiler. Bunun

    anlamı kötülüğe kötülükle mukabele etmesek bile iyilik yapmaya devam etmeyiz, demekti.

    Bu sırada Hz. Ali o meclise geldi. Rasulullah Hz. Ali’ye sordu:

    - Ya Ali, iyilik ettiğin biri sana kötülük etse ne yapardın?

    - Yine iyilik ederdım.- Yine kötülük yapsa?- Yine iyilik yapardım.Hz. Peygamber soruyu tam yedi defa tekrarladı. Hz. Ali yedi

    defasında da “yine iyilik ederdim” diye cevap verdi. Ashab,- Ya Rasulallah, Ali’yi çok sevmenizin sebebini şimdi

    anladık, dediler.

    YILDIZLARYine gece oldu,saatler yine 12 yi buldu,herzamamki gibi cama ciktim ve sigarami yaktim,YILDIZLARA ben yine seni anlattim!

    O MASMAVI gözlerin aklimdan cikmiyor,seni sevdigimi söyleyemiyor ve kahroluyorum,YILDIZLARA ben yine derdimi anlattim!

    Bana sarilmis beni öpüyorsun,beni cok sevdigini söylüyorsun,hic ayrilmayalim diyormussun,YILDIZLAR‘LA ben yine hayaller kurdum!!!

    Rabiya Aydogdu

    Islamda Maddî ve Manevî TemizlikIslâm dini, hem maddî, hem de manevî temizlige büyük

    bir önem vermiştir. Bu iki kısım temizlik arasında büyük bir ilgi vardır. Bunlardan biri diğerinden ayrılmaz. Öyle ki bunlardan her biri, bir bakımdan maddî ise, diger bir bakımdan da manevîdir. Abdest gibi...

    Islâmda, maddî şeylerle kirlenen bir vücudu, bir elbiseyi, bir yeri temizlemek bir görev olduğu gibi, günah denilen manevî kötülüklerle kirlenmiş bulunan bir ruhu temizlemek de bir vazifedir.Başlica Maddi Temizlikler:1) Islâmda, maddî şeylerle kirlenen bir vücudu, bir elbiseyi, bir mekâni (yeri) ve diger şeyleri su ile temizlemek esastır. Bu temizleme işlemi, temizlenecek şeyin durumuna göre farz, sünnet ve müstahabdır.2) Islâmda namaz kılabilmek için abdest almak ve gerekince güsletmek farz olan bir temizlik görevidir.3) Müslümanlar için, yüzde, kulakta, burunda, tırnaklarda ve saç-sakallarda bulunan kirleri gidermek, saçları tarayıp bağlamak ve insanların tiksinmesine meydan vermemek sünnet olan bir temizlik görevidir.4) Her müslüman için haftada bir kez olsun, vücudunu yıkamak müstahabdır. Fazileti çok olan cuma gününde yıkanmaktır. Çünkü cuma, müslümanların bir bayramıdır, bir toplantı zamanıdır. O gün her yönden temiz olmak pek güzeldir.5) Müslümanlar için, uzayan tırnakları ve fazla uzayan bıyıkları kesmek müstahabdır. Sakalda sünnet olan bir kabza miktarı uzun olmaktır. Ondan fazlasını kesmekte bir sakınca yoktur.6) Koltuklarla kasıklarda bulunan tüyleri yolmak veya tiraş etmek müstahabdır. Bunlar haftada veya on beş günde bir temizlenmelidir. Bunu kırk güne kadar uzatmak harama yakın mekruhtur.7) Erkeklerin veya kadınların, temizlenmek için özel hamamlara gitmelerinde bir sakınca yoktur. Genel bir ihtiyaçtan dolayı bu caiz görülmüştür. Yeter ki avret yerlerini örtsünler. Erkeklerin kendi aralarında kadinlarin da kendi aralarinda peştemal tutmayarak açık bir halde yıkanmaları haramdır. Hatta bir kimse yalniz başına bir yerde yıkanacağı zaman bir peştemal tutmalıdır. Edebe uygun olun budur. Tenha bir yerde peştemalı sıkmak veya temizlik yapmak için az bir zaman peştemalsız durmak caiz olabilir.

    FAZA JUDEÞEANÃ A OlIMPIADEI DE lIMBA tURCÃ

    Şcoala Ion Jalea din Constanta, a intrat în memoria colectivă a constănţenilor drept una din instituţiile de educaţie de prestigiu ale urbei.

    Recent această şcoală şi-a serbat patronul spiritual, renumitul pictor Ion Jalea. Conducerea şcolii a organizat cu acest prilej o frumoasă manifestare la care şi-au dat concursul grupuri artistice formate din elevii şcolii. Demn de menţionat e faptul că printre acestea s-a numărat şi un grup artistic alcătuit din elevi de etnie turcă şi tătară îndrumat cu mult talent de d-na prof. Nurgean Ibraim. Elevii au pre-zentat un scurt mo-ment artistic cu me-lodii tradiţionale

    etniei turce din Dobrogea.La acţiune au participat importante personalităţi ale urbei între care

    d-nul Radu Ştefan Mazăre, primarul municipiului, d-nul Petre Stancă, preşedintele Consiliului Judeţean al P.S.D. Constanţa, d-nul prof.univ.dr. Ibram Nuredin, preşedintele Uniunii Democrate Turce din România şi totodată Decanul Facultăţii de Arte din cadrul Universităţii „Ovidius“ Constanţa, d-na prof. Stroe, director al Casei Corpului Didactic Constanţa, prof. Ervin Ibraim, inspector de specialitate în cadrul I.S.J. Constanţa etc.

    Felicităm cu acest prilej conducerea şcolii, în special pe d-na directoare Maria Oprea pentru această excepţională manifestare artistică de suflet.

    TUZ, yemeklerimize lezzet katan en önemli mineral. Ancak kimileri tuzun tatlandırıcı basit bir madde olduğunu düşünebilir. Halbuki artık beslenme uzmanları bu “basit“ madde hakkında yoğun çalışmalar yapıyorlar. “Acaba tuza vücudumuz ihtiyacı var mı? Eğer varsa ne kadarına? Gibi sorular cevap arıyor.

    Tuz ve Sodyum Bu iki terim biraz kafa karıştırıcı olabilir. Tuz, sodyum klori’dir. Tuz hücrelerinin yaklaşık yüzde kırkını oluşturur. Sodyum, tuz ilave edilmese de doğal olarak tüm gıda maddelerinin içinde bulunur. Tuz ilave edildiğinde toplam sodyum oranı da artar. Düşük tuz oranlı bir diyet izleyenlerin, tansiyonu yüksek olanlrın, yemek pişerken veya sofraya getirdikten sonra tuz eklememelerini gerekiyor. Ayrıca cips, çerez gibi yüksek tuz ihtiva eden yiyeceklerden de uzak durmalılar. Yiyeceklerin içinde doğal

    ZILELE ªCOLII ION JALEA

    Sâmbătă, 22 februarie a.c. la Valu lui Traian a avut loc faza judeţeană a Olimpiadei de Limba şi Literatura Turcă.

    Această acţiune a fost ireproşabil organizată de Inspectoratul Şcolar Judeţean prin profesorii metodiştii Ervin Ibraim şi Ulgean Ene. Au participat la această importantă acţiune d-na prof. Leman Ali, inspector de specialitate în cadrul Ministerului Educaţiei şi Cercetării, Direcţia Generală Învăţământ în Limbile Minorităţilor Naţionale, primarul localităţii Valu lui Traian, lideri ai comunităţilor turcă şi tătară, alte personalităţi.

    În urma cocursului 46 de elevi (ale căror nume le regăsiţi în tabelul de la pag.5) s-au calificat la faza naţională a Olimpiadei de Limba şi Literatura Turcă, ce se va desfăşura în perioada

    22-26 aprilie la Medgidia. Le urăm elevilor premianţi multe felicitări şi succes în

    continuare în activitate.Ervin Ibraim

    olarak bulunan sodyum ise genellikle sağlık problemlerine yol açmaz.

    NE KADAR TUZ KULLANMALIYIZ? Hepimizin tuzun içinde bulunan sodyum ve kloride ihtiyacı var. Potasyumla beraber sodyum da hücrelerdeki su dengesini sağlar. Kan hacmini normalde tutar ve vücuttaki asiditeyi dengeler. Çok az insanın, sebze ve diğer yiyeceklerde doğal olarak bulunan tuzun üzerine fazladan sodyum ve klorid almaya ihtiyacı vardır. Bütün deniz ürünleri,etler, yumurta ve süt bu maddeler bakımından zengindir. Bazı sebzelerde bol miktarda bulunur. Bir çok kişi gereğinden çok daha fazla tuz aldıkları için böbrekleri bu fazla sodyumdan kurtulmak için daha fazla çalışmak zorunda kalır. Fazla tuzlu bir yiyecekten sonra duyulan su içme ihtiyacı da bu yüzdendir. Alınan bol miktarda su, böbreklerin tuz yoluyla alınan sodyumdan kurtulmasına yardımcı olur. Böbrekler,

    terazinin diğer tarafına da yardımcı olur. Yani vücut gereğinden az sodyum alsa bile böbrekler alınan miktarı saklama yeteğine sahiptir.

    Bebekler tuzu çok zor sindirirler. Hatta bu yüzden konsantre süt bile bebeğin henüz gelişmemiş böbrekleri için yük teşkil eder. Bebekler doğuştan tuza alışık değildirler. Hatta ilk tuzlu yiyeceklere burun kıvırırlar. Ancak,çoğu yetişkin, bebeklerine tuzlu gıdalar vermeye devam eder. Ve çocuk geliştikçe tat alma hücreleri tuzun tadına da alışır. Fazla tuzlu yiyecekler yemek, mide kanserinin en önemli nedenlerinden biridir. Bu kanser türü dünyada en yaygın olarak görülen hastalıklardan biridir. Batı ülkelerinde mide kanseri oranı, yiyecekleri saklarken tuzlama yöntemi yerine buzdolabının kullanılmaya başlamasıyla birlikte gözle görülür şekilde azalmıştır.

    (devam edecek)

    Tuz hakkında bilmek istediğiniz herşey

  • - Martie / Mart 2003 pagina / sayfa 8 Martie / Mart 2003 -pagina / sayfa 9

    Bodrum - Halikarnas MasoleumuPers Valisi Maussolos’un Bodrum - Halikarnassos’taki mezarı dünyanın yedi harikası

    arasındadır. MAussolos M.Ö. 352’de ölünce karısı Artemisia tarafından yapımına başlanmıştır. Mimarlar Pytheos ve Satyrus’tur. Skopas, Timotheos, Bryaris ve Leochares adlı ünlü heykeltraşlar birer cephesini çalışmışlardır. 60 x 80 m. boyutlarında ve 46m. yüksekliğinde olduğu belirlenmiştir. 9 x 11 sütunludur. Bazı parçaları Bodrum kalesinin yapımında kullanılmıştır. Mausoleum’a ait parçalar XIX. yüzyılın ortalarında Londra British Museum’a götürülmüştür.

    Mausoleul din HalikarnasŞtiaţi că mausoleul din Halikarnas se află la Bodrum în Turcia?

    Ei bine, ân anul 352 î.e.n. guvernatorul persan a ridicat în amintirea soţiei sale un altar pe care l-a oferit în dar zeiţei Artemis. Arhitecţii Skopas şi Satyrus precum şi sculptorii Skopas, Timotheos, Brzaris şi Leochares au contribuit din plin la înălţarea acestui edificiu, considerat unul din cele şapte minuni ale lumii antice. Maiestosul monument de artă se desfăţoară pe o suprafaţă de 60 × 80m cu o înălţime de 46 de m avînd un număr de 8 × 11 coloane masive.

    În timp, pietrele folosite la construcţie au fost folosite la ridicarea zidurilor cetăţii Bodrum, iar altele, destul de multe au fost duse, la mijlocul secolului XIX, la Londra în British Museum unde pot fi admirate şi astăzi.

    Çanakkale savaşı tam 8 ay 14 gün sürdü. Bu savaşta Türkler 250.000 şehit verdi ve Ulu yurdumuzu yagılara (düşmanlara) vermediler. Bu savaş çok dengesizdi, Türklere karşı Fransız’lar ve Ingiliz’ler en Çağdaş (modern) ve güçlü savaş gemileri ile geldiler. 20 büyük savaş gemisi ve toplam 100’ü asan irili ufaklı gemiyi ile yaklaşık 500 bin askerle geldiler. Ve Çanakkale Boğazı’nı almak istediler. 3. Kasım 1914‘de birinci, 19 Şubat 1915‘te ikinci, 20 ve 25 Şubat 1915 günlerinde de üçüncü ve dördüncü saldırılarla boğazı zorlarlar, ama Türk topcusunun ateşi altında başarılı olamazlar. 18 Mart 1915 gününde ise, Queen Elisabeth, Albion, Vengeanse ve bunun gibi 8 tane zamanın en Çağdaş büyük savaş gemilerinin yanısıra bir çok irili ufaklı savaş gemileri ile en büyük saldırlarına geçtiler. Ancak, tüm bu cehennemi ateş altındaki Türk askeri az top ve kit cephanesine rağmen yılmadan ateşe ateşle cevap verir. Dev savaş gemilerinden 2 tanesi yara alırlar. Çanakkale limanına 7 kilometre kadar yaklaşan bir büyük savaş gemisi ise aldığı yaralarla saf dişi kalır. Ön saflarda bulunan Fransız savaş gemisi saat 14‘te bir mayina Çarparak iki dakika içinde batar. 639 kişi boğulur. Böyle daha kaç gemi batar ve sonuçta Ingiliz ve Fransız donanması başarsızlığa uğrayarak geri çekilirler. Ingiliz ve Fransız’ların boğazı aşamayacaklarını anlayınca Gelibolu kara savaşlarına karar verirler. General Hamilton komutasında büyük bir kuvveti Grek’lerin (Yunanların) Limini adasındaki Mondros Limanı’nda ve yöredeki diğer adalarda toplarlar. Bu kuvvetler 80 bin asker 110 top ve 8 uçaktan olusur. Bu kuvvetlerden 29’uncu Ingiliz Tugayi ile Kraliyet Deniz Tümeni ve 1. Fransız Tugayı Seddülbahir deki beş koya. ANZAC (Avustralyalar) kuvvetleri’de Kabatepe’ye çıkartmayı planlarlar, 25 Nisan 1915 askerler planlanmış bulunan plajlara gelirler. Bu erler çok kücük Türk birliklerinin yayılım ateşine yakalanırlar. Küçük Türk birliklerin ölümü göze alarak ve günün bitiminde de vatanları uğruna tamamen ölmelerine karşılık binlerce Ingiliz ve Fransız askerini şaşkına çevirirler ve yağılar çok büyük kayıb verir ve 26 Aralık 1915’te Anzac birlikleri Anafartalar- Arıburnu bölgesinden ve 8 Ocak 1916 gününde de Ingiliz ve Fransız birlikleri yaklaşık 300 bin kayıp vererek Seddülbahir Helles bölgesinden tekrar gemilerine dönerek Gelibolu’dan tamamen çekilirler. Bu savaşta Türk birlikleri acuna (dünyaya) Çanakkale boğazından geçilemeyeceğini ve Türk toprağının bölünmeyeceğinin bir kere daha göstermiştir.

    Çanakkale MarşıÇanakkale içinde aynalı çarşıAnne ben gidiyorum düşmana karşı Çanakkale içinde sıra sıra selviler Binbaşı oturmuş asker öğütler Çanakkale içinde bir kirik testi Anneler babalar ümidi kestiArı burnundan çıktık, yan başa başa Hep düşmanlar kaçıyor, kan kusa kusa.

    Cele şapte minuni ale lumii

    ÇANAKKALE SAVAŞLARIDur yolcu. Bilmeden gelip bastığın Bu toprak bir devrin battığı yerdir.Eğil de kulak ver, bu sessiz yiğinBir vatan kalbinin attığı yerdir.

    Hoyratlar(Bu hoyrat türkü sevenler için yazıldı)

    Türkündür,Şan ve şeref Türk’ündür.Dinleme tamtamları, Seveceğin türk’ündür.Kızanlar,Doğru söze kızanlar.Harmandalı oynuyor,Efelerle Kızanlar.Çayda Çıra, Islandı çayda çıra.Elaziğ’in oyunu,Güzelim Çayda Çıra.Bağlama,Güzelimi bağlama.Başkası baş ağrıtır,Benim sazım bağlama.

    Aydil Erol “Ötüken” Aralık 1969

    Değerli Meslektaşlarım,Sayın Genel Direktör,Kıymetli Misafirler,

    Avrupa Konseyi’nde “Ottoman Archives: a source of several examples of a positive admission policy” konulu serginin açılışını yapmak benim için büyük bir ayrıcalıktır.

    Bildiğiniz gibi, arşivler, tüm sosyal ve insani bilimlerin temel kaynaklarıdır.

    Bilimsel çalışmalardaki önemli rolünün yanı sıra, dünya siyasetinde önemli bir konu olan kültürlerarası diyaloğun gelişmesine de arşivler katkıda bulunmaktadır.

    Bu sergide sunulan örnekler, 150 milyon belgelik Osmanlı arşivleri arasında sadece bazı nümunelerdir. Üç kıtada, 600 yıldan uzun süre hüküm süren ve birçok ulusa ev sahipliği yapan Osmanlı İmparatorluğu, bu zengin arşiv malzemesini Türkiye Cumhuriyeti’ne devretmiştir.

    Orta Doğu, Yakın Doğu, Balkanlar, Akdeniz, Kuzey Afrika ve Arap Yarımadasındaki ulusların milli ve ortak tarihlerinin

    yazılmasında ve belirlenmesinde en güvenilir kaynak teşkil eden Osmanlı arşivleri, pek tabii olarak bütün araştırmacılara açıktır.

    Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğunun muazzam arşiv malzemesinin kendisine miras olarak kalmasından dolayı, gerek nicelik gerekse nitelik olarak dünyanın en zengin arşivine sahip olan az sayıdaki ülkelerden birisi olma özelliğine sahiptir.

    Dünkü oturumumuzda, bu çalışmanın önümüzdeki yıl İstanbul’da ilerletilmesi hususunda davette bulunmuştum. Bunun gerçekleşeceğine inanıyorum. Böylelikle İstanbul’da, yüzyıllar önce Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Musevi, Polonyalı ve diğer toplulukların halen Türk vatandaşı olarak yaşadıklarına bizzat şahit olacaksınız. Bu durumun kültürel hoşgörü, çeşitlilik ve çoğulculuğun canlı bir örneğini teşkil ettiğine ilişkin görüşlerime eminim siz de katılacaksınız.

    Bu vesileyle, bu serginin düzenlenmesindeki katkılarından ötürü Avrupa Konseyi’ne bir kez daha şükranlarımı sunar, sizlere de katılımınızdan dolayı çok teşekkür ederim.

    Kültür Bakanı Sayın Doç. Dr. Hüseyin Çelik’in Avrupa Konseyi’nde 18 Şubat 2003 Tarihinde Osmanlı Arşivleri

    Sergisinin Açılışı Sırasında Yaptıkları Konuşma

    El Sana t la r ı i nsanoğ lu va r olduğundan beri tabiat şartlarına bağlı olarak ortaya çıkmıştır. İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak, örtünmek ve korunmak amacı ile ilk örneklerini vermiştir. Daha sonra gelişerek çevre şartlarına göre değişimler gösteren el sanatları, ortaya çıktığı toplumun duygularını, sanatsal beğenilerini ve kültürel özelliklerini yansıtır hale gelerek “geleneksel” vasfı kazanmıştır.

    Geleneksel Türk El Sanatları, Anadolu’nun binlerce yıllık tarihinden gelen çeşitli uygarlıkların kültür mira-sıyla, kendi öz değerlerini birleştirerek zengin bir mozaik oluşturmuştur. Geleneksel Türk El Sanatlarını; halıcılık, kilimcilik, cicim zili, sumak, kumaş dokumacılığı, yazmacılık, çinicilik, sera-mik-çömlek yapımcılığı, işlemecilik, oya yapımcılığı, deri işçiliği, müzik aletleri yapımcılığı, taş işçiliği, bakırcılık, sepetçilik, semercilik, maden işçiliği, keçe yapımcılığı, örmecilik, ahşap ve ağaç işçiliği, arabacılık vb. sıralanabilir.

    Ge lenekse l e l sanat la r ımızdan dokumaların hammaddeleri yün, tiftik, pamuk, kıl ve ipekten sağlanmaktadır.

    Dokuma; eğirme veya başka yollarla iplik haline getirilerek veya elyafı birbirine değişik metotlarla tutturarak bir bütün meydana getirme yoluyla elde edilen her cins kumaş, örgü, döşemelik, halı, kilim, zili, cicim, keçe, kolonlar vb.’dir.

    Dokumacılık Anadolu’da çok eski-den beri yapılagelen, çoğu yörede ge-çim kaynağı olmuş ve olmaya devam eden bir el sanatıdır. El sanatlarımızın zarif örneklerinden olan oyalar; süsle-mek, süslenmek amacından başka taşıdıkları anlamlarla bir iletişim aracı olarak da kullanılmaktadır. Günümüzde Anadolu’da tığ, iğne, mekik, firkete/filkete gibi araçlarla yapılan oyaların ya bordür ya da bir motif olarak tasar-lanmış olanları, kullanılan araç doğrultusunda ve tekniklerine göre değişik adlar almaktadır.

    Bunlar; iğne, tığ, mekik, firkete/fil-

    Ilk önce çiğ uyanır. Çiğ - çiçekleri uyandırır,Çiçekler - kelebekleriKelebekler- kuşlarıKuşlar - ağaçlarıAğaçlar ilk yaz rüzgarını

    Bir zambağın taçyaprağında yağmur tanesiBir kula atın rüzgarlı bayırdan kaynağa inişini Yarısı gölgeli kumlarda ölümlü bekleyen karanlık boğayıSabaha karşı ve hiç uyunmamış tanyerinde ışıyan kavak ağacınıVe bütün bunları birden düşündüren seni düşünüyorum şimdi.

    Onat Kutlar

    KADINA YAZILAN EN SEÇKİN MısralarRüzgar içimizdeki güneşiGüneş insanlarıInsanlar pencere açarVe tüm Dünya,Seninle uçar“lkbaharım”

    Gulten Abdula

    kete, koza, yün, mum, boncuk ve kumaş artığı olarak sıralanabilir. Kastamonu, Konya, Elazığ, Bursa, Bitlis, Gaziantep, İzmir, Ankara, Bolu, Kahramanmaraş, Aydın, İçel, Tokat, Kütahya gibi şehirle-rimizde daha yoğun olarak yapılmakta, ancak eski önemini kaybederek çeyiz sandıklarında varlığını korumaya çalış-maktadır. Geleneksel kıyafetlerle birlikte kullanılan oyalarımızın yanı sıra takılarda dikkat çekici aksesuarlarda-ndır. Anadolu’da yaşamış tüm uygar-lıklar değerli ve yarı değerli taşlarla metalle birlikte veya ayrı işleyerek sa-natsal nitelikli eserler üretmişlerdir. Selçuklularla birlikte gelen değişik üs-lupların en önemlisi Türkmen takılarıdır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise imparatorluğun gelişimine paralel olarak mücevhercilik önem kazanmıştır.

    Anadolu’da Tunç Çağında bakır, ka-lay katılarak tuncun elde edilmesinden sonraki dönemlerde bakır, altın, gümüş

    El Sanatları

    – devamı 11’ci sayfa’da –

  • - Martie / Mart 2003 pagina / sayfa 10 Martie / Mart 2003 -pagina / sayfa 11

    Kameri takvimine göre, AŞÜRE, Muharrem ayının onuncü günüdür. Bu günde tutulması tavsiye edilen oruca „Aşüre orucu“ denir.

    Buhari’nin rivayetine göre, Islam’dan önce, Cahiliyye devrinde, Kureyşliler, aşure orucu tutardı. Hz. Peygamber de bu geleneğe uyarak oruç tutmuştur. Hatta Medine’ye hicret ettikten sonra da bu oruca devam etmiş ve nafile oruç olarak bunu tavsiye etmişti (Buhari, Savm, 69). Bundan sonra müslümanlardan dileyen bu günde oruç tutmuş, dileyen tutmamıştır. Dolayısıyla aşüre orucu tutulması isteğe bağlı olan müstehap bir oruçtur.

    Aşüre Günü’nde bir çok olaylar gerçekleşmiştir. Hz. Adem’in yasak meyveden yemesi sebebiyle yaptığı tevbenin kabülü; Hz. Nuh’un tufandan kurtuluşu; Hz. Süleyman’a mülk verilmesi, Hz. Yunus’un balığın karnından çıkması, Hz. Yakub’un oğluna kavuşması, Hz. Eyüp hastalıktan kurtuluşu, Firavun boğuluşu.

    Hadis’I şeriflerde buyuruldu ki:1) Aşüre Günü’nün orucu, bir senelik geçmiş günahlara kefarettir,2) Aşüre Günü zerre kadar sadaka veren kimseye, Allahü Teala Uhud Dağı kadar kadar sevap verir,3) Allahü Teala, gökleri, yeri, dağları,

    Köstence 1 Şubat 2003

    Sevgili Çocuk Dergisi,Bu dergiyi bana arkadaşlarım önerdiler. Çok dolu olduğunu, hayvanlar, ağaçlar, çiçekler, çocuklar, insanlar ve yaşadığımız

    dünya ile ilgili konular içerdiğini söylediler. Önce onlara inanmadım, amma sonra kendi gözlerimle gördüğümde çok şaştım. Böyle bir dergiyi çoktan arıyordum. Sonunda buldum: „Çocuk Dergisi“. Şimdi her ay derginizi okuyorum.

    Gün geçtikçe insanlar dünyamıza zarar yapıyorlar: ağaçları kesin, yerlerine başkalarını dikmiyorlar, çöpleri olmadık yerlere atıyorlar. Dünyamızı korumalıyız. Bütün insanlar el ele verip iyi ve güzel bir dünyayı yeniden çiçek ve ağaçlarla donatmalıyız.

    Sizlere son bir isteğim daha var, mümkünse benide derginize üye yapınız. Eğer üye yaparsanız çok mutlu olurum.Saygı ve sevgi ile, Alev Bilal

    Alev Bilal, Şc. Nr.24 „Ion Jalea“, Constanţa

    „Sevgim Ateşe“Senin ile olan resimlerimizi ataşe atarken,İçim yanıyorduSeni her gördüğümdeİçim sızlıyorduAdını her andığında,Sanki bir volkan patlıyor!

    „Gelmem“ dedin gelmedin,„Sevmem“ dedin sevmedin,Hani sen bana,

    „Dünyam“Dünyam, unutulmuş bir masal,Yanlızlığa mahrum kalmış, bir insan.Dünyam,evet,dünyam,Yazılmış, unutulmuş bir masal.

    Sevmediğisen söyle,Dünyamı yoketme,Bu ölümlü dünyada,Ben senin yokluğuna,Alışamadım!

    (autor- Memiş Hayat,Şc. Nr.24 „Ion

    Jalea“,Constanţa)

    Öğrencilerin eserlerinden

    GELENEKLERİMİZ -AŞÜRE GÜNÜ

    denizleri, yıldızları, Arş’ ve melekleri (Cebrail, İsrafil, Mikail), Hz. Adem’i, Aşüre Günü yarattı,4) Hz. İbrahim dünyaya gelişi ve Nemrud’un ateşinden kurtuluşu hep Aşüre Günü oldu,5) Hz. İbrahim’e, oğlunun yerine kesmek için, büyük koç Aşüre

    Günü’nde ihsan edildi.Muharremin 9, 10, ve 11’ci günlerinde

    fakir ve kimsesiz kişilerin, çocukların sevindirilmesi, komşuların hatırlarının sorulması, hayır yapılması tavsiye buyurulmuştur.

    Dobruca’da müslüman türkleri „Aşüre“ adı verilen verilen bir tatlı komposto

    üreterek, komşulara dağıtılması geleneği, hayır işlemek ve gönül almak için güzel bir vesile

    olagelmiştir. Bu komposto’nun malzemeleri: su, şeker, noğut, ceviz, hurma, incir, fasulya, buğday,

    kara erik, kuru yüzüm, misir ve sayre. Komposto malzemelerin sayısı, şüphesiz, en azdan, yedi veya

    dokuz olması gerekir.

    Prof. Dr. İbram Nuredin

    Gül yabanına,Demiştin ki, evlilik kutsal idi!

    Gittin bıraktın,Beni boynu bükük braktın,Arkana dön bak,Haydi şimdi, bana bak!

    Ne gördüğünü söyle!Bir boynu bükük,Hayatta küsmüş,Aşka tövbelenmiş,Bir gariban!

    Kompozisiyon

    gibi madenler de dövme ve dökme tekniğiyle işlenmişlerdir. En çok kullanılan maden bakırdır. Maden işçiliğinde dövme, telkari, kazıma (kalemkar), çekiç işi kakma, küftgani, savatlama, ajır kesme gibi teknikler kullanılmaktadır. Bakırın yanı sıra pirinç, altın, gümüş gibi metallerle yapılan el sanatları günümüzde üstün işçilik ve çeşitli tasarımlarla yaşatılmaya çalışılmaktadır.

    Günümüzde en çok kullanılan maden işleme olan bakır kalaylanarak mutfak eşyası yapımıyla geniş bir şekilde sürdürülmektedir. Barınma gereğinden doğan mimari, bölgelerin coğrafi koşullarına göre biçimlenmiş, çeşitlenmiştir. Buna bağlı olarak gelişen Ahşap işçiliği Anadolu’da Selçuklu döneminde gelişip, kendine özgü bir niteliğe ulaşmıştır. Selçuklu ve Beylikler dönemi ağaç eserler daha çok mihrap, cami kapısı, dolap kapakları gibi mimari elemanlar olup üstün işçilik içermişlerdir. Osmanlı döneminde sadeleşerek daha çok sehpa, kavukluk, yazı takımı, çekmece, sandık, kaşık, taht, kayık, rahle, Kur’an muhafazası gibi gündelik kullanım eşyaları ve pencere, dolap kapağı, kiriş, konsol, tavan, mihrap, minber, sanduka gibi mimari eserlerde uygulanmıştır.

    Ağaç işçiliğinde kullanılan malzeme daha çok ceviz, elma, armut, sedir, abanoz ve gül ağacıdır. Kakma, boyama, kündekâriz, kabartma-oyma, kafes, kaplama, yakma gibi tekniklerle işlenen ahşap eşyalar günümüzde de kullanılmaktadır. Bu teknikler Zonguldak, Bitlis, Gaziantep, Bursa, İstanbul-Beykoz, Ordu gibi illerde halen devam eden hammaddesine göre değer kazanan baston ve asaların kullanımı yüzyıllar boyunca sürmüş, 19. yüzyılda yaygınlaşmıştır. Baston ve asaların sap kısımları; gümüş, altın, kemik, sedef gibi malzemelerden, gövde kısımları ise gül, kiraz, abanoz, kızılcık, bambu, kamış vb. ağaçlardan yapılmaktadır.

    Müzik aletleri yapımı eskiden beri devam etmektedir. Bu aletler ağaçlar, bitkiler ve hayvanların; deri, bağırsak, kıl, kemik ve boynuzlarından yararlanılarak yapılmaktadır. Telli, yaylı, nefesli, vurmalı çalgılar olarak gruplandırılmaktadır. Mimariye bağlı olarak gelişen diğer bir sanat kolu da çini sanatıdır. Anadolu’ya Selçuklularla girmiştir.

    Figürlü sanat eserlerini kullanmaktan çekinmeyen Selçuklu sanatkarlar özellikle hayvan tasvirlerinde çok başarılı olmuşlardır. 14. yüzyılda İznik, 15. yüzyılda Kütahya, 17. yüzyılda Çanakkale’de başlayan seramik sanatı bu yörelerde kendilerine has renk, desen, form özellikleri ile Osmanlı Dönemi seramik ve çini sanatına yeni yorumlar getirmiştir. 14. - 19. yüzyıllar arası Türk çini ve seramik sanatı fevkalade yaratıcı işçiliği ile dünya çapında üne kavuşmuştur. Anadolu uygarlıklarından elde edilen cam işçiliğinin en seçkin örnekleri günümüzde “cam”ın tarihi gelişimi konusuna ışık tutmaktadır. Çeşitli model ve formlarda

    vitray, Selçuklular döneminde geliştirilmiştir. Osmanlı İmpara-

    torluğu döneminde İstanbul’un fethiy-le camcılığın merkezi bu kent olmuştur. Çeşm-i bülbül, Beykoz işi bu dönemden günümüze ulaşabilen tekniklerden bazılarıdır.

    Anadolu’da camın ilk kez gözboncuğu olarak üretimi İzmir-Görece köyündeki ustalar tarafından gerçekleştirilmiştir. Anadolu’nun her tarafında temelinde nazar inancı olan cam boncukları görmek mümkündür. Nazarlık yoluyla canlı veya nesneye yönelen bakışların dikkatinin başka bir nesneye yöneleceğine inanılır. Bu nedenle nazar boncuğundan yapılan nazarlıklar canlının veya nesnenin görünen bir yerine takılır.

    Geleneksel mimaride dış cephe ve iç mekan süslemesin-de taş işçiliğide önemli bir yer tutmaktadır. Taş işçiliğinin mimari dışında en çok kullanım alanı mezar taşlarıdır. Oyma, kabartma, kazıma (profito) gibi teknikler uygulanmaktadır. Kullanılan süs-leme öğeleri, bitkisel, geometrik motifler ile yazı ve figürlerdir. Hayvansal figür azdır. İnsan figürlerine ise Selçuklu Dönemi eserlerinde rastlanmaktadır. Günümüzde fonksiyonunu henüz kaybetmeyen sepetçilik atalardan öğrenildiği gibi halen; saz, söğüt ve fındık dallarından örülerek yapılmaktadır.

    Eşya, yiyecek vb. taşıma amacından başka ev içi dekorasyonunda da kullanılmaya başlanmıştır. Hayvancılıkla uğraşan kırsal kesimlerde yaygın olarak kullanılan keçe, çul ve ağaçtan yapılan semer kullanıldığı dönem boyunca geleneksel sanatların bir kolunu oluşturmuştur. Günümüzde başta endüstrileşme olmak üzere değişen yaşam şartları ve değer yargılarına bağlı olarak üretimleri hemen hemen kaybolmaktadır.

    Genel Müdürlükçe her yıl belirlenen illerde yapılan alan araştırmalarında el sanatları ustaları ile derleme çalışmaları yapılmakta, slayt gerekiyorsa video çekimleri ile tesbit edilmeye çalışılmaktadır. Edinilen bu bilgiler Genel Müdürlük Arşivine kaydedilmekte, bu konuda çalışan bilim adamı, uzman ve öğrencilerin yararına sunulmaktadır.

    Genel Müdürlük koleksiyonunda yer alan malzemelerle yurtiçi ve yurtdışında sergiler açılarak tanıtımları sağlanmaktadır. Yine yurtiçinde Genel Müdürlük desteğiyle açılan “Mahalli El Sanatları Sergileri” ile tanıtım yapılmakta, ustalara pazar imkanı sağlanmaya çalışılmaktadır.

    Genel Müdürlükçe düzenlenen yarışmalarla da kaybolmaya yüz tutan el sanatlarının özgün şekilleriyle desteklenmesi ve devamı sağlanmaya çalışılmaktadır.

    Genel Müdürlüğümüzce beş yılda bir düzenlenen “Uluslararası Halk Kültürü Kongresi” Maddi Kültür Seksiyonunda sunulan, ayrıca çeşitli üniversitelerle ortaklaşa düzenlenen bilimsel toplantılarla sunulan bildiriler yayın haline dönüştürülmektedir.

    Ayrıca el sanatları konusunda yapılan çalışmaların basımı gerçekleştirilerek yayın haline dönüştürülmektedir.

    El Sanatları

    ÖĞRETMENİMBizi bilgiyle büyüttünüzSayıları öğrettinizSevgiyi, şefkati gösterdinizSeni çok severim öğretmenim.

    Bize doğru yolu gösterdinizBize analık yaptınızBizleri kötülüklerden korudunuzSeni çok seviyorum öğretmenim.

    Nuran Murtezan, „Yane Sandanski“ ilkokulu

    – 9’cu sayfa’dan devam –

    ANNECİĞİMSeni dünyadanÇok severimMis kokuluAnneciğim.

    Gece gündüz hiç durmadanSeni düşünüyorumKalbimin bir parçasısınGül kokulu anneciğim.

    Davut Elif, „Yane Sandanski“ ilkokulu, Üsküp

  • - Martie / Mart 2003 pagina / sayfa 12 Martie / Mart 2003 -pagina / sayfa 13

    Soru1: .......... ”seni seviyorum” derim.

    a) Günde bir iki kez

    b) Günde bir kez

    c) Ayda bir kez.

    d) Bazen. (Genellikle yalnızca özel günlerde)

    Soru 2: Yeni yıl için ona...... aldım:a) Kalıcı bir hediye

    b) mücevher

    c) Daha önceden istediği bir şey

    d) Canlı hayvan

    En son .....dışarıda romantik bir yemek yedik.

    a) Birkaç hafta önce

    b) Birkaç ay önce

    c) Bir sene önce

    d) Kayınvalidemler geldiğinde

    En son .......... bir öğünü birlikte yedik.

    a) Birkaç hafta önce

    b) Birkaç ay önce

    c) Bir sene önce

    d) Kayınvalidemler geldiğinde

    İdeal tatilim ........ olurdu.a) Tahiti

    b) Las Vegas

    c) Disney world gezisi

    d) Akraba ziyareti

    ROMANTİKLİĞİNİZİ ÖLÇÜN!Bence romantik bir geceye en çok yakışan müzik ........

    a) Ravel’in Bolero’su

    b) Frank Sinatra

    c) Michael Bolton

    d) Öpücük

    En sevdiğim aşk şairi.....a) Lord Byron

    b) Shakespeare

    c) Edgar Allan Poe

    d) Lord Byron da kim?

    İlk buluşmamızda.......a) Şık bir restaurantta yemek yedik.

    b) Bir oyuna gittik.

    c) Bir film kiraladık.

    d) Anne-babamı ziyarete gittik.?

    Onun dikkatini çekmek istediğimde.....

    a) ona “Tatlım”, “Aşkım” veya bir takma isimle seslenirim.

    b) yalnızca ismini söylerim.

    c) ismini söylemeden konuşmama başlarım.

    d) ıslık çalarım.

    İşten eve geldiğimde....a) ona gününün nasıl geçtiğini sorarım.

    b) kendi günümden bahsederim.

    c) televizyonu açarım ve günümün nasıl geçtiğini anlatmaya koyulurum.

    d) yemekte ne olduğunu sorarım.

    RüyalarBiz insanlar, bütün hayatınız boyunca hayal görürüz. Küçük iken büyük olmak

    istiyoruz, büyük iken küçük olmak istiyoruz.Her zaman daha iyi gelecekleri hayal ediyoruz. Bir ev, bir iş yeri belki, bunlar

    bir fakirin düşüdür. Çoçuklarımıza iyi yarınlar sağlamak için, belki bütün ömürümüz süresince çarpınırız.

    Rüyalar bir göz erimidir. Siz bu göz erimine doğru yürüyorsunuz, amma, buna yeremiyorsunuz, bütün hayatınız boyunca. İşte şunlar gerçekleştirilmeyen rüyalardır. Bu rüyalar ömürümüz süresince gönlümüzde bir sönmeyen ateş halinde kalır.

    Bazı düşler gercektirilebilir.İşte, bu göz erimine ulaştığınızı gösteren işarettir.

    Memiş Hayat - IV’ncı sınıf , Okul no. 24

    Ahmet Kabaklı, Harput Sarayhatun Camii’nde müezzinlik yapan Kabak-lılardan Ömer Efendi ile Pertekli Bölük-başılardan Münire Hanım’ın oğlu olarak 24 Mayıs 1924 yılında Harput’ta dünyaya geldi. Babasıyla ilgili hiçbir hatırası olmayan Kabaklı’nın yoksul bir çocukluk ve gençlik devresi başladı. 1931yılında girdiği Elazığ Numune Mektebi’nde ilk ve orta öğrenimini, lise öğremini ise, Elazığ Lisesi’nde 1944 yılında tamamladı. Aynı yıl İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunun parasız yatılı imtihanını kazanarak girdiği Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyat Bölümü’nden 1948 yılında mezun oldu.

    Mezun olduğu yıl Diyarbakır’da öğretmenliğe başladı. Burada görev yaptığı sırada Diyarbakırlılardan çok ilgi ve ihtibar gördü. O, Diyarbakır’ın verimkar bir kültür muhiti olduğunu biliyordu. Kendisine Halkevi’nin çıkartığı Karaca-dağ dergisinin yönetciliği verildi.Başta Ziya Gökalp olmak üzere Süleyman Nazif, Cahit Sıtkı gibi Diyarbakır’ın fikir ve ede-biyat sahasında yetiştirdiği evlatlarını hatırlatan toplantılar yaptı. Divan Edebiyatı geceleri düzenlendi. Görevi sırasında öğrencileri ve velileri olmak üzere geniş bir Diyarbakırlı kitlesini kendisine bağla-dı. Böylece orada ciddî bir milliyetçilik havasının esmesini sağladı. Diyarbakır’ daki görevi iki yıl süren Kabaklı oradan askere gitti. Onu gece geç vakkite uğurla-maya meslektaşları, öğrencileri, halktan sevenleri olmak üzere büyük bir kalabalık geldi. Diyarbakırlıların kendisine karşı gösterdikleri bu saygı ve sevgi onu çok mutlu etti. Askerliğini Manisa’da tamam-layan Ahmet Kabaklı’yı Millî Eğitim Bakanlığı 1951 yılında Aydın Ticaret Lise-sine edebiyat öğretmeni olarak tayin etti. Görev yaptığı Aydın’da 1952 yılında Aydınlı Elbir ailesinden, matematik öğretmeni Meşküre Hanımla tanıştı ve evlendi. Hak ve adalet yolunda daha iyi hizmet yapabil-mek için hukuk okumak istedi. 1955 yılın-da Ankara Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptırdı. 1 Nisan - 1 Mayıs 1956 tarihleri arasında Tercüman gazetesinin açmış olduğu fıkra yarışmasına Ferhat Fırat im-zası ve kendisine birincilik getiren „Üniversitede Münazaralar“ başlıklı yazısı dahil beş yazı i le katıldı. Yarışmyı kazanan Kabaklı, aynı zamanda Türkiye’de yarış-mayla yazar olan iki kişiden birisi oldu. Bu sırada hâlen Aydın Ticaret Lisesinde Edebiyat öğretmenliğe devam etmektey-di. 1956 yılının güz döneminde Aydın Ticaret Lisesindeki görevi sırasında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından eğitim stajı

    için bir yıllığına Paris’e gönderildi. 1958 yılında Paris’ten dönüşünde İstanbul Eği t im Enst i tüsüne öğretmen olduğu sırada başladığı Hukuk Fakültesi’ni 1959 yılında ta-mamladı. 26 Ekim 1961 tarihinde 4806 sicil numarası ile İstanbul barosu avukatları arasna katıldı. Kısa bir süre avukatlık yaptı. Çapa Eğitim Enstitüsündeki öğretmenliği 1969 yılına kadar sürdü. Buradaki görevine İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunda öğretim görevlisi olarak devam etti. Bu görevdeyken 1974 yılında yemekli oldu. Daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müsikisi Devlet Konservatuvar’nda edebiyat dersi verdi. Taner isimde yüksek kimya mühendisi bir oğlu ve ilk torunu olan Ahmet Kabaklı, 17 Kasım 2000 tarihinde kalbinden rahatsızlandı. Önce Türkiye Gazetesi Hastanesi Kardioloji Servisi’ne kaldırıldı. Burada iki gün yoğun bakımda kaldı. Daha sonra anjiyo yapılması için 20 Kasım 2000’de Florance Ninghtingale Hastanesi’ne nakledildi. 23 Kasım 2000’de tekrar kontrol’dan geçirilen Kabaklı, hemen ameliyata alındı. Başarılı bir ameliyatla kalp damarlarından beşi değiştirildi. Ancak yoğun bak ım ün i tes inde enfeksiyon kaptı. Buradan üç günde çıkması gerekirken, 20 gün yatma zorunda kaldı. Bu arada Kadir gecesine tesadüf eden 23 Aralık 2000’se 48 yıllık arkadaşı, emekli öğretmen Meşküre Hanım vefat etti. Hastahaneden taburcu edildikten sonra sevgili eşi Meşküre Hanımın mezarını ziyarete gidebildi. Hızla iyileştiği sanıldığı bir sırada akciğer enfeksiyonundan tekrar hastaheneye kaldırıldı. Ahmet Kabaklı, 8 Şubat 2001 tarihinde perşembe günü saat 14,20’de

    Sayfayı hazırlayan: Nurcan İbraim

    AHMEt KABAKlII. HAYATI VE ESERLERİ

    Florance Nightingale Hastahanesinde Hakkın rahmetine kavuştu.

    Onun şahsiyeti, aile çevresi ve bilhassa annesi Münire Hanımın söylediği ve okuduğu masal, efsane ve türkülerin teseriyle şekillendi. Annesinden sonra milli duygu ve düşüncelerle onu besleyen ve etkili olan ikinci kadın Türkçe öğretmeni Cemile Hanımındır. Lisede ise hayatının değişmesine vesile olacak, edebiyat öğretmeni Cahit Okurer, Fransızca öğretmeni Cemil Meriç, tarih öğretmeni Yahya Pehlivan, matematik öğretmeni Fehbi Güney gibi seçkin ve sahalarında iyi yetişmiş ve etkileyici öğretmenlerin tesirinde kalmıştır. Öğrenci olarak girdiği Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu ve Mehmet Kaplan’dan dersler aldı. Başta kendisine yakın bulduğu, ağabey gördüğü hocası Prof. dr. Mehmet Kaplan olmak üzere diğer hocaları onun bir mesleki eğitim almasında ve milliyetçi fikirlerinin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır.

    O, Cumhuriyetimizi mill i kültür ve inançlarımızı, bi lhassa dil imizi hiçe sayanlara karışı öğrenciliğinde öğretmenliğinde yazarlık ve fikir hayatının her safhasında inançla, kararlılıkla, kendisi ve milleti adına mücadele etmiştir. O daima inandığı gibi yazmış, dolayısıyla mensubu bulunduğu Türk milletinin, İslamın, ilmin ve demokrasinin hizmetinde olmuştur.

    Kaynaklar: Türk Edebiyatı, Erol Ülgen

    Komposisiyon

  • - Martie / Mart 2003 pagina / sayfa 14 Martie / Mart 2003 -pagina / sayfa 15

    Nevruzul, „Ziua Nouă“, ca Sărbătoare a turcilor de pretutindeni, coborâtă din „illo tempore“, de peste 5000 de ani, din perioada şamanismului până azi, în plină epocă de religie islamică, este o Sărbătoare a unităţii neamurilor turcice, a redeşteptării naţionale, a reînnoirii şi însufleţirii naturii (Tabiatın ve milli uyanışın birleştirimesini anlamını taşıyan Nevruz, Yeni Gün). Nevruz-ul are în lumea turcă denumiri ca Nevruz, Navruz, Noruz, Sultan-i Navrez, Sultan Nevruz, Navrez, Nevris, Naurus Navruz, Ulustin Ulu Kuni, Ulusun Ulu Günu, Uli Kun, Ergenekon, Bozkurt, Çağan, Baba Marta, Kürkülü Marta, Ilkyaz Yortusu, Yeni gün, Mart Dokuzu, Mereke, Meyram, etc.

    Nevruz-ul se regăseşte pe spaţii geografice imense, din Anatolia până în Balcani, din India până în Afganistan, din Iran şi ţările arabe până în Siberia şi Kirghizia. E greu de spus, cu precizie, când şi unde s-a zămislit această sărbătoare, deopotrivă a Naturii, etno-folclorică şi religioasă. Nu avem în acest sens, date istorice, certe, exacte. Fiecare cultură are convingerea că propriul Nevruz este de o vechime inestimabilă. Şi atunci, facem apel la legende, la povestiri, la mărturii literare, la practici legate de Nevruz. Nevruz-ul a fost sărbătorit în lumea turcă, în zone geografice şi climatice diferite, de comunităţi care nu ştiau unele de altele.

    Nevruz, cea mai veche sărbătoare a primăverii are ca etimologie cuvintele din limba persană: nev=nou, Ruz=zi. Deci Zi Nouă, sau Noua Zi. În latină corespondentul cuvântului nevruz este neo, în greacă, neos, în rusă, novi, în bulgară, nova, în ciuvaşă, noraz etc. Aceste corespondenţe demonstrează universalitatea acestei sărbători pe o mare arie geografică. În unele locuri şi comunităţi Sărbătoarea durează 1-3 zile, ir în altele chiar 7-13 zile.

    În cultura turcă, această sărbătoare marchează începutul unei speranţe, este iubire, frăţie este unitatea lumii turce.

    Nevruz-ul are la temelia lui: unitatea de înţelepciune şi omenie a omului turc, dragostea, prietenia, pacea, solidaritatea şi sprijunul reciproc. Nevruz-ul este o ripostă la şovinism, rasism, terorism şi segregaţionism a oamenilor. Nevruz-ul este „Noul An“, „Noua Zi“, „Noul început“, „Noua Reînviere“ a oamenilor şi a naturii. Este pentru omul turc ieşirea din Ergenekon, din muntele de fier Ergenekon, unde sute de ani comunitatea turcă s-a retras din faţa cruzilor duşmani, dar s-a întărit, şi-a cristalizat conştiinţa naţională şi apoi s-a revărsat în lumea largă a umanităţii.

    Nevruz-ul este, în ciuda diversităţii şi bogăţiei de sărbători ale lumii turcice, dată importantă în calendarul tradiţiilor comune ale turcilor de pretutindeni.

    Mustafa Kaşgarlî în „Divani iLugati ’ t“ (Dicţ ionarul Literaturii Divanului) spunea că Nevruzul, cu semnificaţia de „Noua Zi“, a căpătat, ca şi în sărbătorile religioase de Kurban şi Ramazan, practici specifice şi a fost promovat în creaţii literare. Un exemplu din literatura turcilor răsăriteni este, cel din perimetrul literaturii turcilor çagatay din secolul al XV-lea Mevlana Lutfi prin poemul său „Gülü Nevruz“ (Nevruz floral). El a fost influenţat de ceremonialul Nevruzului în popor, ca de altfel – în aceeaşi linie spirituală – marii literaţi Nevayi, Babur Şah, Zevki, Mukimi.

    Dintre cercetătorii de literatură dedicate Nevruzului Asiei Centrale îl amintim pe germanul rusizat, rusofon Radloff. Acesta, în creaţia literară „Siberia“ a evidenţiat ceremonialul Nevruzului la poporul Kazakistan, exprimat în legende, povestiri, basme, credinţe variate, obiceiuri. De asemenea, Pantusov Nikolaevici a evidenţiat în cercetările sale cântecele

    referitoare despre Nevruz la uiguri, ca intrare în Noul An care ocaziona sădirea a şapte specii de legume, copaci, fructe: usturoi (sarîmsak), çığdı - arbore spinos cu fructe asemănătoare ca formă şi mărime de măslinele mari (cigde), oţet (sirke), (koyu kellesi), grâu (bugday), iarbă de deochi (nazar otu) şi tenke (para). Un obicei interesant a uigurilor ce trăiesc în Kazahstan şi Turkestanul de Est, în 21 martie, în Sărbătoarea Nevruz, este că atunci când dascălii elevilor vin în vizită la casele elevilor care au dificultăţi se scriu de către dascăli distihuri (versete) pe bucăţi de hârtie, distihuri (versete) numite „Nevruz-uri“, pentru a depăşi aceste dificultăţi.

    Populaţia, cu prilejul Nevruzului, în multe ţări şi comunităţi turcice, se adună în faţa caselor de rugăciuni, în spaţii largi, deschise, în zone comerciale şi cântă, joacă, dansează, se spun legende cu acompaniament muzical. În asemenea locuri se schimbă hainele de iarnă, groase, cu îmbrăcăminte de primăvară adecvate. În Turkestanul de Est – spune prof. Abdulkerim Rahman - au loc reprezentaţii cu dansurile „tigrului“, „leului“, „calului legendar“.

    Turcii uzbeci, cărora în timpul bolşevismului şi sovietelor li s-a interzis sărbătoarea „Nevruz“ au început a-l sărbători, pe ascuns sau la vedere, după 1960, dar după 1990, această sărbătoare a Nevruzului devine oficială, capătă însă o tentă religioasă. Ea se sărbătoreşte în Uzbekistan, în centre ca Samarkand, Fariş, Fergana, Taşkent, Urgut, în plină natură sau în locuri special amenajate. Sărbătoarea Nevruzului se „umple“ cu lupte libere, trântă (gureş), cu jocuri populare (beşkarsak), cu mâncare specifică (sumelek), cu muzică de grup, corală (surnay kernay) cu scene comice. Sărbătoarea Nevruzului se desfăşoară într-o atmosferă veselă, de haz, de bucurie.

    La turcii Kazahstan, termenul folosit pentru Nevruz este „Uli Kun“, cuvânt întâlnit prima oară în Codexul Cumanicus, secolul alXIII-lea. Pentru Sărbătoarea Nevruzului se foloseşte sintagma „Ulistin Ulu Kuni“. Cercetătoarea americană Elisabeth E. Bacon în anii 1933-1934, într-o vizită de documentare în Kazahstan, a remarcat că în Zilele Nevruzului, oamenii au casele curate, aranjate, pluteşte o atmosferă de sărbătoare, oamenii se îmbracă curat, chiar au haine noi, iar pentru a alunga bolile şi a intra sănătoşi în Noul An ard vechiturile şi sar peste flăcările ca se înalţă din focul aprins. La popoarele turcice, se consideră că în 22 martie orele 3 dimineaţă, bătrânul cu păr alb, Hizir, înconjoară câmpia, de fapt stepa. Se spune că la această oră, dacă uitătura adică „deochiul“ lui Hızır (Hızır’ın Nazarı) cade pe gheaţă, topeşte gheaţa, dacă deochiul cade pe piatră, piatra se sfarmă. În 22 martie este zi de odihnă oficială. Turcii din Kazahstan încep Nevruz-ul cu urarea pentru ani lungi, sănătoşi, fericiţi (iaşın kutlı bolsın, Omır yaşın uzak bolsın, Ulis – baktı bolsun). La turcii uiguri, se folosesc şapte tipuri de alimente şi se aşează masa de Nevruz, denumită „Nevruz Koje“, din care nu lipsesc carne uscată, sărată, cap de oaie, brânză, ceapă, grâu fiert, morcovi.

    După tradiţie, capul de oaie (koyun kellesi) şi carnea albă a gâtului de oaie (boyun ak sakalli) este consumată de capul familiei sau de un om de vază al comunităţii. Ceilalţi consumă produse lactate („ak’tan sut yiyecekleri“) produse din grâu, ovăz, orz, porumb, orez, secară („kök iristan“, tahil yiyecekleri), mâncăruri din carne roşie („kızıl’dan, etten“). Se curăţă mediul, locul fântânilor, izvoarelor, se pun mlădiţe, se plantează pomi. Se spun legende, poveşti, oamenii se îmbracă în costume tradiţionale, naţionale.

    – continuare în pagina 15 –

    - TRADIÞII ªI OBICEIURI -SÃRBÃTOAREA NEVRUZ

    flori de primăvară (toporaşi, viorele, brânduşe) umblă pe la case şi vestesc venirea primăverii, cântă totodată Cântecul primăverii (Navrez Cirri). Grupurile sunt însoţite de tobă şi trompete. Unul din tineri cu ramuri înflorite de corcoduşi, cireşi, caişi, agăţau unele cadouri primite (batiste, marama, batiste brodate) pe crengi de copac. Primeau fructe, rahat, bomboae, dulciuri, fructe uscate prin deshidratare şi le strângeau în coşuri. Au loc jocuri specifice: Kökpar, Kız Kuwuw, Altıbakan (salıncak), trântă (Kureş), Arkan tartış (halay çekme), adică hore. Apoi cântau Cântecul Nawrezului.

    D. Cantemir în „Sistema religiei mahomedane“ spunea că: „în ziua de Nevruz nu se fac nici un fel de rugăciuni bisericeşti, nici ceremonii religioase… se practică obiceiul doar pentru a însemna începutul anului şcolar şi pentru adunarea şi prezentarea darurilor stăpânitorului. Căci în această zi toţi vizirii şi paşii şi toate căpeteniile (afară de principii muntean şi moldovean) sunt obligaţi să-i ducă în dar sultanului un cal de rasă bună, înfrumuseţat cu o podoabă scumpă, sau doi, trei şi chiar mai nulţi neîmpodobiţi“.

    Ca turci, în ziua de Nevruz, se ciocnesc ouă vopsite în coajă de ceapă. Cojile aruncate pe jos semnifică simbolul lepădării de urât, de anotimpul rece, de privaţiuni al iernii, de greutate şi lipsuri. De unde zicala: „Până ce coaja oului nu va cade primăvara nu va sosi“.

    La creştini, această semnificaţie o au Sfintele Paşti când ouăle se vopsesc.

    Prof. univ. dr. Ibram Nuredin

    – urmare din pagina 14 –În Estonia, simbolurile Nevruzului sunt: Grâul încolţit,

    Lumânările aprinse, Focul. Focul simbolizează chemarea la viaţă, renaşterea străbunilor, înălţarea către soare. În fiecare colţ al casei, se aprinde focul, sunt lumânări. Primăvara este simbolizată printr-o zeiţă îmbrăcată în roşu, culoarea vieţii.

    Sărbătoarea Nevruzului este un tezaur vechi de peste cinci milenii. În Asia Centrală şi la unele republici turcice ea are valoarea şi simbolul unei sărbători naţionale. În unele zone ale Asiei Mici ea începe cu un ritual religios: rugăciunea de dimineaţă, mersul la cimitir, pomenirea morţilor prin rugăciuni ca hrană spirituală. Se vizitează părinţii şi prietenii, se petrece cu mâncăruri, dans, muzică, jocuri.

    În această zi, curţile se mătură, toţi se adună în jurul crengilor şi a resturilor măturate. Acestora li se dă foc (obicei întâlnit şi la români) şi participanţii sar peste foc într-o atmosferă muzicală produsă de tobe şi clarinet.

    În această zi de sărbătoare a primăverii se desfăşoară trei tipuri de jocuri distractive:

    a) - rostirea de cântece, doine, poezii, cimilituri, vodeviluri; b) - dansuri populare, jocuri cu cămile; c) - întreceri hipice, întreceri hipice cu aruncarea de suliţe, lupte cu săbii, lupte libere.

    Sărbătoarea Nevruzului este tradiţională şi la Comunitatea turcă-tătară din Dobrogea.

    Tătarii folosesc pentru Nevruz, cuvântul Navrez, iar ca vestitor al primăverii e considerat ghiocelul, narcisa, zambila.

    Grupuri de 4-8 băieţi sau tineri cu un buchet de ghiocei şi alte

    Nevruz BayramıNevruz, bütün Türk dünyasında

    kutlanan, Türklerin Ergenekon’dan çıkışı, baharın gelişini, tabiyatın uyanışını, yeniden var oluşu, dirilişi ifade eder. Aynı zamanda, Türk dünyasında kutlanan ve bundan sonrada kutlanacak olan bu Bayram, geçmişten geleceğe uzanan büyük Türk tarihi içersinde Türk’ün örf, adet ve gelenekleriyle beslenmiş, daima Türk milletine birleştirici bir rol oynamıştır.

    Türk dünyasında, Ergenekon’dan çıkışı simgileyen bu bayram günü, Sultan Nevruz, Navruz, Navrez gibi adlarla anılmaktadır.

    Tüm anlamıyla, Nevruz kelimesi, „Yeni Gün“ demektedir. Bazı araştır-macılar, bazı tarihçiler ve edebiyatçılar, bu kelime, Farslan’dan geldi diye kabul-lendiriyor. Nevruz geleneğini sadece Türkler değil, Farslar ve Araplar da kutlamaktadır.

    Celali takvimine göre ve Harzemşah Sultanı Cellaledin Melikşah’ın hazırladığı takvime göre, Nevruz günü yılbaşıdır. Türk iye ’de mi l lad i takv ime göre , 1926’dan beri Mart ayı miladi yılbaşı olarak bilinmektedir. Takvimler diyorlar ki, bu yeni günde güneş Koç Burcuna girer. Bu gün milladi takvimde, 21 Mart, Rumi takvimde de ise 9 Mart tarihine rastlanmaktadır.

    Türkler’de Nevruz günü, riv